MURAT SEVİNÇ
Sevgili meslektaşım ve kürsüdaşım Dinçer Demirkent’in Duvar’daki ‘Akademinin ilk dersi: Padişahım çok yaşa!’ yazısından bir paragraf: “Her açılış töreni, aslında bir icazet törenidir. Adli yıl bakımından açılış töreni, ilkelerin tekrarlanması hukuksal sorunların gündeme getirilerek gerekli önlemlerin yasa koyuculara hatırlatılması gibi anlamlar taşır. Açılış hukuk ve adalete ilişkin değerlerin törensel biçimde tekrarlanmasından başka bir şey değildir. Akademik açılış için de öyle.”
Akademik yıl açılış töreni, ‘rejimin doğasına’ uygun biçimde ‘Saray’da yapıldı; rektörler Beştepe’ye giderek AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın akademik yılı açış konuşmasını dinledi. Alkışladı. Elini sıkmak için kuyruğa girdi.
Kuyruktaki rektörler cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Birkaç yıl önce OHAL döneminde çıkarılan KHK ile, öğretim üyelerince seçilmeleri (ilk aşamada) kuralına son verilmişti. Bana kalırsa doğru bir karardı! Üniversiteler, seçimden başka her şeye benzeyen o ‘oylamayı’ dahi hak etmiyordu. Nitekim itiraz etmediler. Seçimin kaldırılacağı kararı da ‘Saray’da ‘tebliğ’ edilmişti rektörlere ve o gün de alkışlamışlardı. Eğer rejimin kararı farklı olsaydı, ona da alkış tutarlardı.
Aynı idareciler, yıllar önce kampüslerde bir yandan türbanı yasaklayıp diğer yandan solcu-muhalif hocalarla uğraşıyordu. Fıtratları gereği, devir değiştiğinde yeni rejime uyum sağlamakta hiç zorlanmadılar.
Eh, çok bilinen fıkradır; patlıcanın değil, sultanın dalkavuğu olmakta marifet!
Aslında bir ‘hiç’ olduklarının farkında olup tüm ‘hiçler’ gibi yaranma hevesi ve en fenası bitip tükenmez bir telaşla yaşayan ‘kimi’ rektör adayları, seçim zamanlarında odalarımıza gelip oy ister, demokrasinin ve seçimin faydalarını anlatırlardı. Parlak takım elbiseleri, yaka mendilleri ve ishal rengi rugan ayakkabılarıyla.
Hepimiz yalan söylediklerini bilirdik. Onlar da yalancı olduklarını bilirdi!
‘Saray’daki alkışçıların kimisi, bir gün o fotoğrafları sanal alemden sildirmek için çaba harcayacak. Unutturmaya çalışacaklar bugünlerini.
Çaresizliklerini anlatmaya çalışacaklar. Kurumlarını korumaya çalıştıklarına ikna etmek için dil dökecekler. Öğretim üyelerini KHK listelerine yazan haysiyetsizler, haklarında açılacak davalarla uğraşıyor olacak zamanı geldiğinde. Şimdi onların işbirlikçiliğini yapanlar, eski patronlarını şikâyet edecek.
Daha önce Diken’e beş altı yazı kaleme almıştım Türkiye’deki üniversitelerin ‘üniversite olmadığına’ dair. Atılmamızla ilgisi yok bu iddianın. Biz içindeyken de üniversite üniversite değildi. Belki, “Şahtı şahbaz oldu” denilebilir, hepsi bu. En prestijli olanları dahi yalnızca iyi birer kalıntıydı. Palmira gibi, Aspendos gibi. Korunması gereken, ancak nihayetinde birer kalıntı.
YÖK’le birlikte ‘özerk’ üniversite sona erdi Türkiye’de. Bunun kaçınılmaz sonucu ‘saadet zinciri’ oldu. En alttan en üste kadar her birim, hemen her konuda bağımlı hale getirildi. Haliyle o ‘saadete’ ulaşmanın başlıca yolu da zincirin halkalarıyla ‘arayı iyi tutmak’ idi.
Yıllar içinde belki biraz toparlanabilirdi ama izin verilmedi. Her kasabaya bir üniversite açıldı. Kasaba kent olmadı, üniversite taşralaştı. Vakıf üniversiteleri ‘apartmanlarda’ pıtrak gibi çoğaldı. Zihni Sinir atama yükselme ilkeleri ve yönetim baskılarıyla, ilk 500’e girmek gibi fantastik hedeflerle, hakikaten akademisyenlik yapmaya çabalayanlar ezildi. Yayın ölçütlerinin akıl dışılığı akademiyi sahtekârlığa sevk etti. Kayırmacılık ve kadro çılgınlığı, bilim hırsızlığını, niteliksizliği perçinledi. Üniversite, biraz olsun farklı bir şey söylemeye çalışanların öğütüldüğü ticarethanelere, ‘vasatın’ mabedine dönüştürüldü. KHK’ler son büyük darbeyi oldu yalnızca.
Üniversite üniversite değil, evet. Çok basit bir gerekçeyle: Bilimin olmazsa olmaz ilkesi, düşünce özgürlüğü yok.
Zaten ‘konuşan’ kurumlar değildi üniversiteler. KHK’lerin belki de en büyük ve olumsuz etkisi, ola ki iki cümle sarf edecek varsa onları da susturmak oldu. Kurumlar iyice kişiliksizleşti. Bin kişiyi ürkütmek için bin kişinin atılmasına gerek yok, birini atınca o bin kişi susuyor zaten ve atanlar bunun farkındaydı.
Halihazırda, her kurumda ‘azınlıkta’ kalmış akademisyenlik ve hocalık yapmaya çalışan meslektaşlarımız çile çekiyor, gün sayıyor.
Gözlemlerimden ve bildiklerimden hareketle şunu iddia edebilirim: “Ne olursa olsun ama şu hayatta yeter ki bir postum olsun” diyenleri bir yana bırakırsak, 2019 üniversitesinde mutlu olduğunu dile getiren bir kişi bile tanımıyorum. Akademi tam anlamıyla ‘ekmek teknesi’ artık.
Eğer o meslektaşların geçim derdi olmasa bir saat dahi çalışmak isteyeceklerini sanmıyorum. Yönetimle uğraş, genellikle laf anlamayan sevimsiz rektörlerle uğraş, mabadı gökyüzünde yurdum hocalarıyla uğraş… Yetmedi bir de ihbarcılığı meslek edinmiş ahlaksız muhbir öğrencilerle uğraş. Hakikaten, daha feci ne olabilir, hocasını ihbar eden bir öğrenciyle yüz yüze olmaktan!
Genellikle olduğu gibi bu yıl da mutsuzluğa açıldı akademinin kapısı.
Bir kesim akademisyen derin çaresizlik ve huzursuzluk yaşarken, öğrencilerin çoğu ne olup bittiğinin farkına varamadan üniversitelerinin üniversite olduğu yanılgısıyla, ders notu peşinde. Vasat ise her zaman olduğu gibi halinden memnun tabii. Sistemin kendi omuzlarında yükseldiğinin farkında.
Yeri gelmişken; her ne kadar akla karayı ayırt etmeye çalışsam ve daha ziyade ‘kurumları’ eleştirmeye özen göstersem de, kimi meslektaşlarımızın böyle yazılara alındığını işitiyorum. Bu durumda onlara tavsiyem, oturup üniversitede düşünce özgürlüğü olduğunu, derslerini serbestçe işleyebildiklerini, akademik çalışmalarında ya da örneğin sınav sorusu hazırlarken hiçbir tedirginlik duymadıklarını yazmaları olabilir. Ya da, üniversiteye üniversite muamelesi yapmak için ‘düşünce özgürlüğüne’ gereksinim duymadıklarını.
Yok eğer ikisini de yapmıyor ve alınganlıkta ısrar ediyorlarsa, kırılıversinler, yapacak bir şey yok. Döşeklerini ayrı sararlar.