MURAT SEVİNÇ
31 Aralık’tan 1 Ocak’a geçiş dakikaları, rasyonel açıklaması bulunmasa da bir umut duygusu yaratıyor insanda. Kutlamalar, iyilik güzellik mutluluk dilekleri, yeni başlangıç niyetleri vesaire… 31 Aralık’takinden farklı biri olmasak da, fena bir duygu değil yeni bir şeylere başlamak. Her zamanki gibi konuyu yine anayasaya bağlayayım!
Başlıktaki ‘dürüstlük’ ifadesiyle, ilk akla geleni, en basit ve olması gereken insan davranışını anlatmak. Çok dürüst olduğunu varsayan birinden nasihat gibi algılamayın lütfen. ‘Durun ben size dürüstlük neymiş anlatayım,’ zevzekliği yapacak değilim. Üç aşağı beş yukarı herkesin geçtiği tornadan geçtim, her bir yurttaşı ne zehirlediyse bu toprakta, ben de onlara maruz kaldım. Bizim oralarda (biraz daha farklı bağlamda), ‘Anan soğan baban sarımsak, sen nerden oldun gülbe şekeri,’ derler. Anne baba yerine ‘toplumu’ koyalım. Hiç öyle gülbe şekerliği taslayacak halim yok. Hayal ettiğim ölçüde dürüst biri olabilseydim, bu yazıyı değil, gerçekten istediğim yazıyı, gerçekten istediğim sözcüklerle yazardım. Bunun da bedelini ödemeyi, başıma açılacak dertleri göze alırdım. Alamadığıma göre demek ki iri sözcüklere de gerek yok. Bazı yazarlara bakıyorum, misal, toplumun ve özellikle iktidarın desteğini kaybetmiş insanlara nasıl sövüyor, nasıl da rahatlıkla ‘sahtekar’ sözcüğünü kullanıyorlar. Diyelim, Rıza Sarraf için. Peki geçen yıl yazabiliyor muydun bunu? Ya da o sözcüğü sahtekar bulduğun herkes için aynı rahatlıkta/özgüvenle kullanabilir misin? Hayır. Eh o zaman, bunu da yapma. Dürüstmüş gibi davranma, değilsin çünkü!
Dürüstlükten kastım, hiç olmazsa biraz daha açık sorular sormayı, o soruları kendimize de sorabilmeyi, biraz olsun sıkıntıya girebilmeyi göze almak. Karşımızdakilere rahatça sergilediğimiz tavrı az da olsa kendimize karşı almaktan söz ediyorum. 2018’de bunu deneyebiliriz. ‘Anayasa ile ne ilgisi var?’ diyebilirsiniz. Çok ilgisi var.
Anayasaların uzun süren, bitmeyen ve bitmeyecek siyasal mücadelenin bir ürünü olduğunu, o ‘siyasal mücadele’ denilenin de sınıfsal kavga anlamına geldiğini daha önce defalarca yazdım. İşte burada altı çizilen tarihsel mücadele, ‘büyük fotoğraf.’ Hani şu Türkiye’de kimilerinin mükemmel biçimde görüp anladığı ve zavallı ölümlüler tam anlamıyla göremediği için hüzne gark olmalarına neden olan büyük fotoğraf var ya, işte o.
Boş verelim şimdi büyük fotoğrafı. Fotoğrafın içinde, sonsuz sayıda küçük fotoğraf var. Bireyden topluluklara dek çokça insan ve irili ufaklı topluluk. Her birini yatay kesen din, mezhep, siyasi görüş, cinsiyet, meslek, yetenek, kişilik vs. farklılıkları. Örneğin Türkiye’de yaklaşık 80 milyon küçücük insan yaşıyor. Bu sayının 50 küsur milyonu seçmen; yani bizi yönetecek insanları doğrudan belirleme hakkına (şansına) sahip. Burada, kim neyi nasıl belirliyor, hangi dolayımlar aracılığıyla ‘kişi ve yurttaş’ oluyoruz konularını da boş verelim. Önemli olan, toprağımızın büyük fotoğrafında (ki toprağımız da bir diğer büyük fotoğrafın köşesinde bir yerlerde) milyonlarca küçük hikâye olduğunu fark etmek. Bambaşka ilişkiler ağında şekillenmiş küçük insanların yaşantıları, düşleri, hedefleri, umursadıkları, aldırmadıkları, değer verdikleri, sevgi ve nefretleri.
Küçük insanlar olmadığında o büyük fotoğraf da olmaz. Küçük insanlar, kendilerine sunulan, belirlenmiş bir alanda ve hakim ideoloji etkisinde yaşarlar ancak bir yandan da o alanı ister istemez belirler, değiştirip dönüştürürler. Hatta gün gelir tarihte defalarca görüldüğü gibi, kendileri için ‘münasip bulunmuş’ yapıları darmadağın edip yeni bir şeylerin doğumunu sağlayabilirler. Aslında fotoğrafın büyük olanını oluşturan, o fotoğrafta yer alan sayısız küçük insanın verdiği pozdur. Ezcümle, biz ne istersek o olur, istemezsek olmaz.
Mesele; biz kimiz, ne düşünüyoruz, neden böyle düşünüyoruz, başka türlü düşünemez miyiz? Ya da, bizim derdimiz ne? Ne istiyoruz hakikaten? Nasıl bir ülkede, nasıl bir yaşam sürmek? Nasıl oluyor da hayatımız boyunca oturup bir satır konuşmadığımız, tanısak belki bir bardak çay dahi içmek istemeyeceğimiz binlerce takım elbiseli sevimsiz herif, yaşamlarımız üzerindeki en hayati kararları verebiliyor? Nasıl oluyor da, 30 yıl önce yan sıramda oturan ve tek derdi sivilceleri olan oğlan çocuklarından biri bugün takım elbisesi içinde, kendisine ‘tevdi’ edilmiş bir görevi ‘ifa ederken’ benden/bizlerden ‘milletimiz,’ ‘halkımız,’ ‘vatandaşımız’ kavramlarıyla söz edebiliyor. Beni o memura kim verdi? Hangi hakla verdi?
İşte anayasa/hukuk dediğimiz ve son derece ‘yüce’ görünen, buna mukabil hiç yüce filan olmayan olgular, büyük fotoğrafın içindeki biz küçük insanların istek ve onayıyla inşa edilir. Bizler dışında bir anayasa da, hukuk da yoktur. Bu nedenle, sizlerin, bizlerin sorduğu ve soracağı, kendimize yönelteceğimiz sorular çok önemli. Kendi canımızı sıkmalıyız biraz. Ne istediğimizi sorup dürüst yanıtlar verebilmeliyiz.
Ben ne istiyorum? Sultanbeyli ahalisi benimle aynı toprakta, beni boğazlamadan yaşamak istiyor mu? Bağdat caddesi ahalisi, Sultanbeyli’den nefret mi ediyor, ediyorsa neden? Her iki muhit ahalisinin talepleri neler? Örneğin Kürt sorununa dair ne düşünüyorlar? Aleviler’in şikayetleri? Yoksulluk? Eğitim? Caddebostan’da ya da Karşıyaka’da oturan orta sınıf mensubu hali vakti yerinde bir yurttaş, halihazırdaki koşullardan ne ölçüde rahatsız? Örneğin, Kürt siyasal hareketinin tüm mensuplarını cezaevine tıkmış ‘laik’ bir diktatörlükte huzur içinde yaşarlar mı, yoksa yaşamak istemezler mi? Müslüman olma iddiasındaki bir yurttaş, benimle eşit koşullarda mı yoksa ezerek mi yaşamak derdinde? Birlikte yaşamak mı, yok etmek mi, amaç?
Tam olarak ne istiyoruz? Bizler neden böyle insanlarız? Başka insanlar olsak, herkesin aklını yitirmesine neden olabilecek ölçüde büyük yalanlar bu denli rahat dolaşıma sokulabilir mi? Bizlerin ‘gerçek olanla’ ilgili bir derdi var mı? Yoksa ‘büyük fotoğraf’ masalları, her türlü riyakarlığımızı saklamak için eşi bulunmaz bir kılıf mı?
Sayısız soru var. Konuya devam etmek istiyorum. Sorun şu ki, demokratik anayasa denilen (her ne demekse!) o metnin kuracağı demokratik anayasal düzen; yukarıdaki sorular sorulmadan, herkes içini dürüstçe ve tabii endişe duymaksızın dökmeden kurulamayacak. Bir asırdır bıkıp usanmadan anayasa konuşuyor oluşumuzun en temel nedenlerinden biri anayasaların metinleri değil; riyakarlığımız, yalan ve inkâra olan düşkünlüğümüz. ‘Aman efendim halkımız çok cahil,’ filan fıstık… Geçiniz bunları. Eğitimli olanlarını da biliyoruz!
Hadi bu yıl daha dürüst yurttaşlar olmayı, kendimize daha açık ve anlaşılır sorular sormayı, biraz kendi canımızı yakmayı deneyelim. Hakikaten, feci derecede yalancı ve inkarcı tipleriz. Sinirlenmeyin şekerim, siz değil tabii ki, ben öyleyim…
Kitap yazısı: Yüz yıldır kurulamayan cumhuriyet