KEMAL GÖKTAŞ
kemalgoktas@diken.com.tr
@kemalgoktas
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun katıldığı şehit cenazesinde linç girişimine uğramasından sonra lincin hukuktaki yeri yeniden gündeme geldi.
Türk Dil Kurumu linci ‘birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi’ olarak tanımlıyor. Tanımdaki ‘birden çok kişi’ ifadesine rağmen yaygın kullanımda linç genelde bir kitle / güruhun eylemi olarak kabul ediliyor.
Zeynep Yılmaz, ‘Hukuki Açıdan Toplumsal Şiddet Olarak Türkiye’de Linç’ (Bilgi Üniversitesi, 2012) başlıklı yüksek lisans tezinde, linç sözcüğünün ortaya çıkışına ilişkin farklı hikayeler olmasına rağmen, asıl olarak Amerikan İç Savaşı sırasında Ku Klux Klan örgütünün ve diğer vatandaşların, siyahilere uyguladığı şiddeti nitelemek için yaygın olarak kullanılır hale geldiğini belirtiyor.
Linç, toplumsal bir meşruiyet duygusuna dayanarak girişilen bir şiddet eylemi olduğu için çoğunlukla hedefinde azınlıklar veya muhalifler oluyor.
Kürtler, Aleviler, azınlıklar…
Türkiye de siyasi ve siyasi olmayan linçlere alışık bir ülke. Yapılan araştırmalar, linçlerin büyük ölçüde genellikle suçlu olduğuna inandıkları kişilere veya toplumda azınlık olarak görülenlere karşı uygulandığını gösteriyor.
Linç girişimleri son yıllarda özellikle HDP’lilere ve Kürtlere yönelik gündeme geliyor. Tarihteki iki büyük linç, 6-7 Eylül olayları ve Sivas katliamı ise Hristiyan azınlıklar ve Alevilerin de lincin hedefleri arasında olduğunu gösteriyor. Yakın zamanda bildiri dağıtan üniversite öğrencilerine ya da Malatya’nın Sürgü beldesinde Alevi bir aileye yönelik yaşanan linç girişimleri de hatırlarda.
Lince katılmak suç değil
Linç ya da linç girişimi, ABD ve İngiltere başta olmak üzere birçok ülkede başlı başına bir suç olarak tanımlanıyor. Buna karşın yaygınlığına ve toplumsal barışı tehdit eden niteliğine rağmen Türk Ceza Kanunu’nda linç ya da linç girişimi ayrı bir suç olarak düzenlenmiyor. Linç girişimi sonunda yaralama, mala zarar veya hakaret gibi suçlardan ceza verilirken, linç sonunda yaşanan öldürme olaylarında ise -fail tespit edilebilmişse- ‘öldürme’ suçundan ceza veriliyor.
Böylece aslında yaralayan veya öldürene o gücü veren lince katılan güruhu oluşturanlara ceza verilmiyor, çünkü lince katılmak kanunlara göre suç sayılmıyor.
İktidarın linci suç saymaması, bir ihmalden değil, açık bir tercihten kaynaklanıyor. Türk Ceza Kanunu 2005 yılında tamamen değişirken lincin suç sayılması hiç düşünülmedi. Dönemin BDP grup başkan vekili Selahattin Demirtaş’ın 2010 yılında verdiği ve linç girişimine katılmayı en az 10 yıl hapisle cezalandırmayı öngören kanun teklifi ise reddedildi.
Basit yaralama…
Lincin ayrı bir suç olarak düzenlenmemesi nedeniyle, Kılıçdaroğlu’na yumruk attığı kameralarda görülen kişi gözaltında tutulurken, diğer sanıklar serbest bırakıldı. Yargılamanın ileri aşamalarında da bu kişilere yöneltilecek suçlamalar ‘yaralama, hakaret, mala zarar ve hürriyeti tahdit’ suçlarından ibaret olacak. Aslında lincin yöneldiği hedef olan ‘öldürmeye teşebbüs’ ise muhtemelen hiç gündeme gelmeyecek.
Tanıl Bora, bugünlerde sık alıntılanan tarifinde, linci “Devletin şiddet tekelini bir süreliğine askıya alarak millete —ya da şimdilerde sivil toplum diyorlar— devredebileceğini ima etmesi, açık bir tehdit olarak kullanılıyor… Linç ve linç tehdidi, hukuksal düzeyde suç olmaktan öte, medeniyet kaybıdır” ifadeleriyle açıklıyor.
Devletin linci ayrı bir suç olarak düzenlememesi ise tam da onu meşrulaştıran ve bir alt hukuk normu haline getiren, bu haliyle de devletin kendisini inkar eden tavrına işaret ediyor. Modern devlet, diğer birçok unsurun yanı sıra, cezalandırma tekelini elinde tutan devlet olarak tanımlanır. Linci suç olarak düzenlemeyen devlet ise kendisini inkar ederek kendisinin dışındaki güce ve zora meşruiyet veren devlet haline geliyor. Bu aynı zamanda modern devletin, kendisi ile birlikte toplumu tahrip etmesinin de bir başka anlatısı oluyor.
‘Meşru’ linçler….
Bugün itibariyle mevcut durumun bir adım ötesine geçiliyor. Linç girişimi, devletin en üst katından ‘protesto’ olarak tanımlanıyor ve linç girişimine katılanların suçlanması adeta bir suç haline geliyor. .
Türkiye pratiğinde uluslararası sözleşmeler, Anayasa ve yasalarda tanımlanmış bir hak olan ‘protesto’ ve onun en yaygın kullanım biçimi olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı en çok ihlal edilen hakların başında geliyor. Kolluğun hükümeti protesto niteliğindeki barışçıl gösterilere izin vermemesi bir idari pratik haline gelmiş durumda. Yargı da protesto hakkının kullanılmasını çoğu durumda ‘terör suçu’ olarak görüp cezalandırıyor. Hiçbir hukuk normuna dayanmadan, barışçıl gösterileri terörizmle özdeşleştiren yargı, Osman Kavala ve diğer sivil toplum aktivistleri hakkında hazırlanan iddianamede olduğu gibi ‘şiddetsiz eylem’ biçimlerini dahi darbe suçu kapsamında görebiliyor.
Kendisine yönelen ‘protesto’ hakkını, hukuku hiçe sayarak her durumda bastırmayı hedefleyen devlet, kendi politikalarına uyumlu hedeflerle ortaya çıkan linç girişimlerine katılmayı ise ‘anayasal bir hak’ kategorisine yükseltiyor.
Böylece ortada ne modern devlet ne hukuk ne de aynı kurallara tabi ve ortak bir gelecek tasavvur eden toplum kalıyor.