Geçen hafta Üsküdar sahilinde yürürken, yüksek sesli bir müzik duydum. Saadet Partisi’nin seçim otobüsünden yükseliyordu.
Köşeyi dönünce bir başka müzik başladı: Mustafa Sarıgül, seçim kampanyası için Üsküdar’a gelmişti. Üsküdar Meydanı AKP bayraklarıyla kaplanmıştı; semtin büyük sokaklarından birinde de MHP adayının çok sayıda afişi vardı. ‘Diyarbakır’a kıyasla burada ne büyük bir çeşitlilik var’ dedim içimden. Ama sonra bir kez daha düşündüm.
Bütün partiler tek kavramı temsil ediyor: Milliyetçilik
Üsküdar’da yarışan farklı partiler çeşitiliği temsil etmiyor. Aksine, Türkiye’de siyasi bir parti olarak hayatta kalmak için gereken tek kavramı temsil ediyorlardı: Türk milliyetçiliğini.
Tabii ki bazı farklılıklar var: Saadet Partisi’ni destekleyen kadınlar başlarını örtüyor; CHP’li kadınların saçları kuaför elinden çıkmış. Fakat düşünce yapılarının temelinde milliyetçilik var; bunu da, takım elbiseli, orta yaşlı erkekler temsil ediyor.
Diyarbakır’da çok daha az çeşitlilik var gibi duruyor. BDP şehrin her yerinde. Başbakan Tayyip Erdoğan kente geldiğinde sokaklara partisinin bayrakları asılıyor ve AKP, hem yerel hem genel seçimlerde hatırı sayılır oranda oy alıyor. Diğer partilerin hiçbir rolü yok.
Yasal yollardan mahrum bırakılınca
‘BDP ve PKK’nın bölgesel gücünün demokratik olmadığı’ yönündeki savı çok sık duyuyorum. Bu iki örgütün hakimiyeti tehlike olarak bile görülüyor ve özerkliğe karşı argüman olarak kullanılıyor: İddiaya göre, Türkiye’de olası bir Kürdistan bölgesi bir PKK diktatörlüğü haline gelecektir.
Peki gerçekten öyle mi?
Bölgedeki PKK ve BDP hâkimiyetinin, Kürtlerin hayatlarını sürdürmek zorunda bırakıldığı çerçevenin demokratik olmamasından kaynaklandığını düşünüyorum. İster TKP ve İşçi Partisi gibi daha küçük, ister CHP ve AKP gibi büyük partiler olsun, Türkiye’de hiçbir siyasi parti onlara kimliklerini yaşamaları veya demokratik hakları için yasal yollardan mücadele etmeleri için alan tanımadı.
Türkiye siyasetindeki bu çeşitlilik eksikliği, PKK’nın ve birbiri ardına kapatılan Kürt yanlısı partilerin varlığına yol açan şeydi.
Bu kimin demokrasisi?
Dolayısıyla, Türkiye’nin Kürt bölgelerinde daha fazla çeşitlilik talep etmek şu an için demokratik bir tavır değil.
Sözgelimi, sahanın yeni oyuncusu, yani Hizbullah bağlantılı Hüda-Par demokrasiye yardımcı oluyor mu? İktidar partisi Kürt bölgelerinde kampanya yapmak için sınırsız bütçeye sahipken, BDP’nin yüzde 10 oranındaki seçim barajı yüzünden parlamentoda bir parti değil de, bağımsız vekillerin kurduğu bir grup olarak bulunması nedeniyle devletten hiç fon alamıyor olması adil mi? Bu kimin demokrasisi?
Mevcut sistemde, Kürtlerin tek bir temel amacı var: Sahip oldukları hakları kazanmak. Kendi kaderini tayin, uluslararası hukukta sağlam bir yere sahip; anadil hakkı ve kültürel haklar, Türkiye’nin imzalamayı reddettiği bazı uluslararası anlaşmalarla garanti altına alınmış durumda. Ve siyasi tutuklulara herhangi bir demokraside yer yoktur.
PKK bu sisteme karşı koymaya 30 yıl önce başladı ve devlete yumruğunu gösterip değişiklik yapılmasını sağlamak için de, Kürt siyasetini kontrol etmeyi hayati önemde gördü.
Halka güvenmek gerek
Amaca henüz ulaşılmadı. Fakat bir gün ulaşılacak.
O zaman PKK’nın hemen geri adım atmasını ve siyaset alanını diğer oyunculara bırakmasını beklemek gerçekçi mi? Bir gün birisinin şunu dediğini duymuştum: “Nihayetinde Kürt halkını özgürleştiren PKK olacağı için, Türkiye’de olası bir Kürdistan bölgesinde PKK’nın söz sahibi olması kadar doğal bir durum olamaz”dı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Atatürk’ün sahneden kaybolması mantıklı olur muydu? Bağımsızlık savaşını kazandıktan sonra liderliği üstlenmesi çok doğal değil miydi?
Onu bilmem ama PKK’nın kendi halkına, Atatürk ve Türk ordusundan daha fazla güvenmesi ve en kısa sürede renkli bir siyaset alanının oluşmasına izin vermesi iyi olurdu. Ve böyle bir beklentinin gerçekçi olduğunu düşünüyorum.
Bese Hozat’ın yetkisi alınmalıydı
Kürt siyasi hareketi, Türkiye’deki bütün diğer siyasi partilerin toplamından daha fazla çeşitlilik içeriyor. Yerel seçimler için gösterdikleri adayların yüzde 40’ından fazlası kadın; parlamentoda kadınların en yüksek oranda temsil edildiği hareket onlar; BDP grubunda Süryani bir vekil var (kendisi, 1960’lardan bu yana TBMM’ye giren ilk Hıristiyan vekil); BDP’li belediyeler çok dilli ve çok dinli politikalar uyguluyor; bölgenin Kürtler dışındaki diğer halklarının da kültürel miraslarına saygı gösteriyorlar.
Fakat KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ı paralel devletteki Yahudiler ve Ermeniler hakkında atıp tuttuğunda dışlamamış olmaları üzücü. Bu tür açıklamalar hem cahilce hem de zararlı; Bese Hozat’ın yetkisinin elinden alınması güçlü bir tavır teşkil ederdi.
Belki de yanılıyorumdur; belki de Türkiye’de bir Kürdistan bölgesi PKK diktatörlüğüne dönüşecektir. Tarihin ne yönde ilerleyeceğini görmeye ve bunun hakkında yazmaya istekliyim…