MERT TANAYDIN
mert.tanaydin@gmail.com |
@mtanaydin
Bu dünyanın karmaşası içinde okur elinde bir kitapla bir köşeye çekilmek istiyor ve diyelim ki o anda hangi kitabı seçeceğini bilemiyor. Kütüphaneyi karıştırırken eline geçen kitapların bazılarının kapağında ibareler görüyor: Nobel ödüllü yazar, Man Booker ödülü kazanmış, Pulitzer ödüllü vs. Bir bakıma üstün hizmet madalyası almış devlet adamları gibi kapağın çeşitli noktalarına iliştirilmiş bu ibareler kitapları ya da yazarları taltif ediyor, okura belli bir dönemde belli birisinin (muhtemelen bizdeki gibi aynı isimlerden oluşmayan, her seferinde değişen) jüri mensupları tarafından seçildiğini gösteriyor.
Okur isterse tek bir ödülü araştırarak bir dizi farklı yazarı ya da yapıtı arka arkaya raflardan seçerek ödüllerin ne kadar anlamlı seçkiler oluşturduğunu kendisi de anlayabilir. Biz edebiyatla ilgili yazan insanlar ise belli aralıklarla ödüllere atıfta bulunduğumuz yazılar yazıyoruz, ödüllerin ışık tutmasına yardımcı oluyoruz, taltif mekanizmasının eksiğine gediğine rağmen çalışmasını sağlıyoruz. Yayıncılar da seçimlerinde ödül alma kriterlerini gözetiyor, kolaylık sağlıyor; ümit doğuruyor ne de olsa ödüller, ama mutlaka kazanç sağlamasına sebep olmuyor elbette, karmaşık bir dünyada kolaylıkla kaybolacak bir iz oluşturuyor hepi topu ödüller.
Son yıllarda bildiğimiz dünyanın ve kurumların yalpalaması, çürümesi, dağılması kapsamında ödül mekanizmalarında da gariplikler yaşandı: Misal pek çok sanat alanında insanların birbirlerine tacizkâr hükümranlık kurmaya çalıştığını ayyuka çıkaran ‘Me too’ kampanyaları neticesinde, yıllardır siyasi açıdan tartışmalı Nobel Edebiyat Ödülü, pek de anlaşılamayan bir skandalla jürisinin önemli bir kısmını kaybetti. Dolayısıyla 2018’de verilmesi gereken ödül de bu yıl ekim ayında verilecek, yani çift ödül açıklanacak. Açıkçası Bob Dylan ödül aldığından beri kurumsallığı zedelenmiş ve takipçiler açısından bahis ve alay mevzusuna dönüştürülmüştü.
Halbuki biz okurlar eski dönemlerdeki tartışmalardan bihaber olarak Camus, Beckett, Hemingway, Canetti, Saramago, Grass gibi yazarları öğrenmeyi biraz da bu ödüle borçluyuz. Bu sebeple aktüel tartışmalar ne olursa olsun 1901’den beri verilen (1914, 1918, 1935 ve 4 senelik II. Dünya Savaşı süreci hariç) bu ödül bize yeni yazarlar işaret etmeli.
Ödüller açısından en çok önemsenenlerden biri Britanya’da verilen Man Booker Ödülü oluyor sanırım. Gerçi bu ödül de radikal değişiklikler geçiriyor: McConnell şirketi sponsorluğuyla ilk olarak 1969 yılında verilmeye başlayan Booker ödülü, bu yıl son kez Man sponsorluğunda verilecek ve 2020 yılından itibaren Crankstart adlı bir vakıf tarafından desteklenecek, sadece The Booker olacak. Başlangıçta Commonwealth ülkelerinden yazarlara açık olan ödül bir süreden beri İngilizce yazanlara veriliyor. Bir de bu hafta açıklanan beynelmilel versiyonu var: İlk avazda iki yıllığına tüm yapıtları için bir yazara verilmesi planlanan bu ödül 2005’te Arnavut yazar İsmail Kadare’ye verilmişti, Nijeryalı Chinua Achebe, Kanadalı Alice Munro, Amerikalı Philip Roth, yine Amerikalı Lydia Davis ve son olarak Macar László Krasznahorkai gibi isimlere de ödüle layık görüldü.
2016’dan itibaren ise ödül farklı bir biçime dönüştürüldü: İngilizceye çevrilmiş bir yapıt, hem yazarına hem de çevirmenine prestij kazandırmaya başladı: Koreli Han Kang’ın romanı (bizde Göksel Türközü çevirisiyle April’den yayımlanan) ‘Vejeteryan’, İsrailli David Grossman’ın romanı (bizde Aylin Ülçer çevirisiyle Siren’den yayımlanan) ‘Bir At Bara Girmiş’, Polonyalı Olga Tokarczuk’un romanı (bizde Taluy Yüce çevirisiyle Alabanda’dan yayınlanan) ‘Koşucular’ bu şekilde ödül almıştı. Bu yıl bir erkek (Kolombiyalı Juan Gabriel Vásquez) ve beş kadının (içlerinden biri yine Olga Tokarczuk, diğerleri Fransa’dan Annie Ernaux, Almanya’dan Marion Poschmann ve Şili’den Alia Trabucco Zeran ve Ummanlı Jokha Alharthi) yapıtları arasından Alharti’nin Arapçadan Marilyn Booth tarafından çevrilen ‘Celestial Bodies’ adlı romanı bu ödüle layık görüldü.
Ödülü belirleyen İngiliz tarihçi Bettany Hughes başkanlığındaki ödül jürisinde çeşitli sebeplerle bizden biri sayabileceğimiz (babası John Freely, çevirdiği Orhan Pamuk ve yazdığı ‘Aydınlanma’ romanı) Amerikalı çevirmen yazar Maureen Freely de yer alıyor; felsefeci Angie Hobbs, Hint Pankaj Misrah ve Nijeryalı Elnathan John ile birlikte. Böylesi bir jürinin Ortadoğu coğrafyasından ve Arap kültüründen yüksek eğitimli bir kadının romanını seçmesi elbette hiç şaşırtıcı değil. Umman’daki Sultan Kabus Üniversitesi’nde Arapça bölümünde görev yapan Alharthi, Edinburgh Üniversitesi’nden edebiyat doktorası alan, üç öykü kitabı ve üç romanı olan saygıdeğer bir isim. Yıllardır harlı ateşle yanan bir coğrafyanın nispeten daha sakin bir ülkesinden bize tanıtılan bu yazarın yapıtı bakalım nasıl konumlandırılacak zaman içinde.
The Booker ödülünün son Man versiyonu bu yıl verilecek ve şimdilik sadece jürisi açıklandı: Tek erkek jüri başkanı Peter Florence, diğer dört üye Afua Hirsch, Liz Calder, Xiaolu Guo ve Joanna MacGregor. Temmuz ayında adaylar açıklanacak. Bakalım kimler ışıldamaya başlayacak! Benim merakla beklediğim bir ödül de 5 Haziran’da açıklanacak olan (bir zamanlar Orange ya da Baileys ile eşleştirilen) Women’s Prize For Fiction.
Aralarında 2018 Man Booker kazananı Anna Burns’ün de bulunduğu altı kadın yazar yapıtlarıyla yarışıyor. Bir başka merakla beklediğim ödül de Britanya’da tarihi romanlara verilen Walter Scott Ödülü: Michael Ondaatje’nin İlknur Özdemir çevirisiyle Alfa’dan yayımlanan ‘Savaş Işığı’ dahil Peter Carey, Andrew Miller, Cressida Connolly, Samantha Harvey, Robin Robertson gibi adayların romanlarından ödülü kimin alacağını 15 Haziran’da öğreneceğiz.
Geçen hafta açıklanan bir başka ödül oldu: Bu yıl Rahtbones sponsorluğunda Folio Prize bir şaire, Raymond Antrobus’un ilk kitabı ‘The Perseverance’a verildi. 2014’ten beri verilen ödülü daha önce alanlar George Saunders (2014), Akhil Sharma (2015), (2016’da verilemedi), Hisham Matar (2017), Richard Lloyd Parry (2017) olmuştu. Bu yılki adaylar arasında yine Anne Burns ile çok sesli ‘There There’ romanıyla Pulitzer dahil başka ödüllere de aday olan Amerikan yerlisi Tommy Orange dikkat çekiyordu.
Amerika’daki Pulitzer’de bu yıl en iyi roman ödülünü kazanan yapıt açıkçası benim ilgimi en çok çeken konuyu ele alan, bir okur olarak duraksamaksızın peşine düştüğüm bir yapıt oldu: ‘The Overstory’ adlı 12. romanıyla Pulitzer’a layık görülen Richard Powers, ağaçlar hakkındaki romanını adeta bir ağaç gibi kurgulamış ve köklerinden dallarına pek çok farklı anlatıya saçılan romanda ABD’nin kuruluş yıllarından bugünlere insanların kavgası esnasında ihmal edilen ama hepimizi var eden doğanın hikâyesini anlatmış.
Bir okur olarak her zaman farkında olduğum bir gerçeği işaret ediyor bu yapıt ve kazandığı ödül: Ağaçtan geldik ve ağaca gideceğiz, öyleyse neden ağaçlarımıza bunca hoyrat davranıp bunca aymazlıkla kavga ediyoruz?