MURAT SEVİNÇ
Bu yazı, ‘ilk 500 tutkusu’ yazı dizisinin ‘dördüncüsü’ ve şimdilik sonuncusu olsun.
İlk üç yazıda, kaçınılmaz olarak kendi alanımdan bakarak bazı akademik sorunları ve gözlemlerimi paylaşmaya çalıştım. Çok uzun ve kapsamlı bir konu. Üç beş yazıyla geçiştirilecek gibi değil.
Önceki yazıları bir-iki satırla özetlemek gerekirse: İlk 500 üniversite arasına katılma tutkusu; bir yandan o ilk 500’ün ‘anlamının/değerinin’ tartışılmasını engellerken; diğer yandan ‘seçkin’ üniversite iddiasındakilerin çalışanlarının meslekî yaşamlarını çekilmez hale getiriyor. Aslında gerekli olan ve ‘zorlama’ dışındaki yöntemlerle teşvik edilmesi yararlı olacak ‘yabancı dilde nitelikli akademik çalışmaların’ yerini, çoğu işe yaramaz ve çürümeyi hızlandıran yayın çöplüğü alıyor. Hevesli insanlar, çoğu zaman işlerini kolaylaştıracak ve hızlandıracak, mecbur hissettikleri konulara yöneliyor.
Ticarileşme (kuşkusuz yalnızca Türkiye’de değil, Batı’da da bir sorun bu durum ve çok tartışılıyor), alanına hiçbir katkı sunmayan niteliksiz yayın yığını, konferans ve proje şebekelerinin palazlanması, kampüs ve kütüphane sorunları ve tabii, YÖK aracılığıyla iktidar severlik…
Devlet üniversiteleri yöneticileri iktidar karşısında nasıl eğilip büküleceğini şaşırmış hâlde. Bazı konularda devlet üniversitesinden çok daha iyi sınav veren (prestijine düşkün olanlar, örneğin, imzacı akademisyenlerini atmadı!) vakıf yükseköğretim kurumlarının ‘çoğu,’ eninde sonunda holdinglere, tüccarlara bağlı. O patronların iktidarları kızdırıp canlarını sıkma ihtimali pek yok. Hatta öylesine yok ki, yaptıkları akademik toplantılarda/açılışlarda mutlaka hükümetten birilerinin olmasına özen gösteren vakıf okulu sayısı az buz değil. Rektörler, iktidar mensuplarının sosyal medya paylaşımlarını ’re-twit’ etmekle meşguller. Tahmin edersiniz, eğer komünistler iktidarda olsaydı bunların hepsi komünist olacaktı!
Tabii iktidar dalkavukluğunun, hoş görünme çabasının ve genel siyasal atmosferin bir sonucu da ‘muhbir öğrencilerin’ sayısının artması. Bu konuyu ayrıca yazacağım. Kendilerine genç yaşta ‘uğraş’ olarak ahlaksızlığı seçen zavallı çocukları.
Bir kez daha: Düşünce özgürlüğü olmayan bir memlekette üniversite filan olmaz. Olur da, işte bu kadar olur. Düşünce/ifade özgürlüğü olan bir üniversite örneği isterseniz, Edward Said’in ‘attığı taşı’ savunan Columbia Üniversitesi’nin resmi açıklamasını okuyabilirsiniz. Buraya bırakıyorum.
Eğer “Üniversite vardır” diyen olursa, halihazırda iki yüzün üzerinde üniversite olan Türkiye’de, iki yıllık OHAL süresince neden tek bir OHAL konferansı yapılamadığını açıklayıversin zahmet buyurup. Ya da örneğin, binlerce akademisyen işten atılırken neden tek bir üniversitenin ‘kurumsal’ tepki veremediğini. Neden tek bir rektörün konuşamadığını. Hukuk fakültelerinin, bu denli vahim hukuk dışılıklar karşısında neden ve nasıl böylesine ölüm sessizliğine bürünebildiklerini…
Türkiye’de çok mutsuz bir akademik ‘azınlık’ var. ‘Çoğunluk’ ise zaten özgürlük mözgürlük böyle şeyleri dert etmiyor. Eleştirmek için bir rahatsızlığın olması, rahatsızlık içinse bir akademi idealinin bulunması gerekir. İkincisi mevcut değilse ilki nasıl olsun?!
Yazıyı büyük üniversitelerimizden biriyle ilgili aylar öncesinin bir haberiyle bitirmek istiyorum. Üniversitenin adını vermeyeceğim. Niyetim, çok sayıda imzacı akademisyenini ‘atan’ o üniversitenin kalan çalışanlarını daha fazla küçük düşürmek değil.
2018 ilkbaharında, Recep Tayyip Erdoğan bir şehre gitti. O şehrin en ve Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden birinin rektörü, tamamına yakını öğretim elemanı olan 382 kişiyi şehir girişinde bir yerlerde ‘karayoluna’ çıkarıp genişçe bir kaldırımda, karşılama töreni için bekletti. 382 kişiyi. Karayolunda. Erdoğan geldi. Aracından inip kendisini karşılayanlarla kısa süre sohbet etti. Muhtemelen şaşırmıştır. Karşılayanlar, üzerinde “Hoşgeldiniz” yazan bir pankart taşıyordu.
Öğrenebildiğim kadarıyla ertesi gün bir öğretim üyesi bu muameleye tahammül edemediği için istifa etmiş.
Çok örnek var. Yüzlerce sayfalık. Ancak sanırım ‘karayolunda bekletilen akademi,’ olup biten hakkında yeteri kadar fikir veriyor.
Kanaatim, Türkiye’nin şu koşullarında söz konusu tartışmayı (ilk 500) ciddi ciddi sürdürenlerin, bile isteye saçmaladığı yönünde…
Belgesel önerisi: Bugün Kazım Koyuncu’nun 47’nci doğum yıldönümü. Hayli geç haberdar olduğum ve çok sevdiğim harika bir belgeseli, Ümit Kıvanç’ın Kazım Koyuncu hakkındaki filmini seyretmenizi öneririm. Şurada: kazimkoyuncufilmi.com