MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
Cumhuriyet gazetecilerinin yargılanmasının bir hukuk yargılaması olmadığını, savcının ve yargıçların figüranlığa indirgendiği bir müsamere olduğunu dünya alem biliyor. Fakat yine de bu müsamere, içinde bulunduğumuz durumu billurlaştıran bir işleve sahip. Çünkü pazartesi günkü duruşma Türkiye’nin özellikle son yıllarının neredeyse birebir temsiliydi. Yani, tüm Türkiye’ye damgasını vuran oyun Silivri’deki geniş duruşma salonunda sahnelenmiş oldu: Gerçeği çaresiz bırakma.
Duruşma gününün sonunda avukat Fikret İlkiz’in konuşmasının ilk cümleleri, işte bu oyunu mahkeme heyetinin ve tabii yalanın iktidarını kuranların suratına çarptı: “Bu iddianamenin dili yoktur ama dil çok önemlidir. Bir iddianamenin dili yoksa anlaşma olanağı da, tartışma olanağı da yoktur.”
Tam da bu meseleyle ilgili birkaç yazı yazmıştım daha önce burada; mesela şu. Hedefim devletiyle, medyasıyla, iktidarıyla baştacı edilen yalanın, ‘sahte gerçek’in kökünü kazımak değildi. Tayyip Erdoğan’ın o kutsal yüzde 50’sinin içinden bir tek kişiyle olsun gerçek zemininde bir diyalog kurabilmekti sadece.
Duruşma, bunun neden imkansız olduğunu ve Türkiye’nin nasıl bir oyunun sahnesi haline getirildiğini göstermiş oldu. İlkiz de tam bu meseleye neşter attı.
İpesapa gelmez saçmalıkta, hukuksuz, ahlaksız, alçakça ve ahmakça olduğu aşikar bir iddianame bu; önceki duruşmada ortaya çıktığı üzere. Bu iddianameyi bir savcı hazırladı evet, ama aslında bu iddianame, Erdoğan’ın ve iktidarının her tür olay, durum, kişi bağlamında Türkiye için yazdığı iddianamenin, Türkiye’yi yoğurduğu zihniyetin bir izdüşümü, o zihniyetin, yani milyonlarca figüranla oynanan büyük oyunun gayet aydınlatıcı bir temsili.
İddianamenin ve Erdoğan’ın (iktidarının ve medyasının) bir dili var gibi; nutuk atıp yazıp duruyor işte. Fakat bu dil, konuşmayı, tartışmayı, diyalog kurmayı imkansız kılan bir dil. Bu bakımdan Fikret İlkiz’in dediği gibi, bir dili yok; dil olmayan bir dil, bir yok-dil, bir anti-dil.
Bu dilin gerçeği çaresiz bırakmaya ayarlı temel özellikleri şunlar:
Bir ortak zeminde ve bir mantık silsilesi içinde durulamaz. Örnek: Küçük, somut, aşikar bir adaletsizlikten bahsedersiniz; “Başörtüm yüzünden neler çektim” diye karşılık verir. “Tamam”, dersiniz, “Haklısın, ama bak şimdi çok açık başka bir haksızlık gözününüzün önünde…” Tek-parti döneminde ne büyük zulüm gördüklerine sıçrar…
Herhangi bir olgudaki asgari gerçek kırıntısına bel bağlayamazsınız; eğer yeni bir yaratıcı yalan geliştiremiyorlarsa hiçbir mesnete dayanmadan gerçeği reddederler. Örnek: bir evrim tartışmasında bir tarih profesörü (?!), karbon testlerinden, genetik araştırmalardan bahseden bilimciyi “Dinozorların 66 milyon yıl önce yok olduğundan, testlerden bahsediyorsunuz. Hadi bana 66 milyon yıl önce yapılmış bir araştırma gösterin. Yok, bugünkü araştırmalar sayılmaz” diyerek mat eder! Bu dilin gerçekle ilgisi olmadığı gibi, bilgiye de ihtiyacı yoktur, hatta düşmandır.
Sürekli yalan ve çarpıtmaya başvurdukları için nafile bir yalanları ayıklama debelenmesinden kurtulamazsınız. Örnek: İstanbul Kabataş’ta siyah deriler kuşanmış, yarı çıplak adamların başörtülü bacımıza saldırdığı yalanı atılır. Yalanın yalan olduğu kanıtlanır, ama bunun hiç önemi olmaz, hiçbir şeyi etkilemez. Bezmialem Valide Sultan Camii’nde Gezicilerin içki içtiği yalanı atılır, imam bunun yalan olduğunu söyler; hiçbir şeyi etkilemez, imam başka yere sürülür ve herşey aynı kalır.
Çelişkili şeyler söylemeyi konuşmanın kuralı haline getirir ve bundan utanmaz. Örnek sayısız. Erdoğan’ın ve bakanlarının hemen her konuda söyledikleri birbirinin zıttı şeyler sosyal medyada okyanus genişliğinde bir yer tutuyor ve her gün karşımıza çıkıyor. Ama çok güzel başka bir örneği Ahmet Şık duruşmada anlattı: “24 Temmuz’daki duruşmadan önce Yeni Şafak gazetesinin manşetindeydim. Diyor ki: ‘Ahmet Şık, Mihraç Ural’dan talimat aldı.’ Böyle bir ahmaklık olabilir mi? Çünkü bu devlet gelip bana ‘Bu adam seni öldürecek. Biz sana koruma vermek istiyoruz’ dedi. Zekânın zerrece kırıntısı olmaz mı bu haberleri yaptırtan tetikçilerde?”
Ve evet, Ahmet’in dediği gibi, bu dilin zekası yoktur; aptal bir kurnazlığı vardır sadece.
Gerçekleri laf kalabalığıyla gargaraya getirir. Roboski katliamının nasıl gargaraya getirilip gerçeklerin boğulduğunu ve sanki hiçbir şey olmamışcasına devam edildiğini hatırlayın.
İnkar edilemeyecek gerçekler karşısında dehşet verici bir yok saymayla ve suskunlukla inkara başvurur; dahası büyük bir pişkinlikle üste çıkar. Örnek: Ensar Vakfı’ndaki çocuk tacizleri. Birkaç mırın kırının hemen akabinde Eğitim Bakanlığı’nın bu meşum vakıfla işbirliği yapması.
Bu dil gerçeğe işkence eder.
Kadri Gürsel’in durumu şahane bir örnek. Kadri, önceki duruşmada hakkındaki suçlamaları 2×2=4 kesinliğinde çürüttüğünü hatırlatıp aynı şeyi daha ayrıntılı yapmaya bir daha girişti. Sade, sakin, mantık örgüsü mükemmel harika bir sunum yaptı (Savunmaların bir özetini şuradan okuyun lütfen).
Kadri, tutuklandığında bir aylık yayın danışmanıydı Cumhuriyet’in. Gazetenin yayın politikası konusunda herhangi bir yetkisi olmadığı açıktı. Yaptığı iddia edilen ByLock konuşmaları ve hakkında ‘FETÖ’ soruşturması olan kişilerle telefon görüşmeleri ise henüz Cumhuriyet’te çalışmaya başlamadığı bir tarihe aitti. Üstelik, açık açık gösterdi ki, bu kişilerden pek azıyla (sekiz) iletişimi olmuş, bunlar da Kadri’yi kendileri aramıştı. HTS kayıtlarına bakılsa bu gerçekler en azından 45 gün önceki duruşmada ortaya çıkmış olacaktı. Ama Kadri uyarmasına rağmen mahkeme bu kayıtlara bakma gereği duymadı. İnkar edilemeyecek bir gerçek karşısında yok sayma ve suskunluk/hareketsizlik silahını kullandı yani mahkeme. Kısacası, Kadri’yle ilgili iddianamede söylenen bir tek cümle bile doğru değildi ve bunlar, kendisinin de altını çizdiği gibi, matematiksel bir kesinlikle sabitti, görülebilirdi.
Tanıklar dinlendi, bir bilirkişi konuştu… Asgari hukuk işleseydi bu gazetecilerin başına böyle bir çorap örülemezdi, örülse bile tutuksuz yargılanma değil, derhal beraat talep edilirdi ve bu sonuç alınırdı. Ama ne oldu? Savcı mütalaasını verdi ve sanki tanıklar hiç konuşmamış, sanki bilirkişi bir şey dememiş, sanki sanıklar savunma yapmamış, iddiaların saçmalığını göstermemiş gibi, 45 gün önce söylediği şeyin aynısını söyledi. Sanıklar hakkında somut deliller olduğunu, delileri karartma şüphesi olduğunu, adli kontrolün yeterli olmayacağını, dolayısıyla tutukluluk hallerinin devamını… Ve yargıçlar heyeti de buna uydu (bir yargıç Kadri Gürsel’in tahliye edilmesi yönünde oy kullandı).
Sadece bu mütalaa bile, o anti-dilin yukarıda saydığım özelliklerini taşıyor. Delillerin uyduruk delil bile olmadığı, sadece uyduruk olduğunu geçelim. Savcı ‘somut deliller’den bahsediyor, sonra da delillerin karartılabileceğinden. Deliller somut olarak ortadaysa nasıl karartılabilir? Ayrıca, madem deliller somut, ne diye uzatıyorsunuz işi, versenize hükmünüzü.
İşin aslı şu: Yargı, bu mahkeme, iddianame sanıklara yüklediği karartma işini bizzat kendisi yapıyor ve asıl görevi bu zaten.
Bu dil, veya Fikret İlkiz’in dediği gibi dil olmayış, bu karartma için var işte. Erdoğan’dan yayılan, medyasının ve sadık kitlesinin benimsediği dil de aynı şekilde Türkiye’yi karartıyor. Gerçekleri karartıyor.
Ama, “Gerçekler inatçıdır.” Arkadaşlarımız da.