KADRİ GÜRSEL
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ülkede ne tür bir rejimi yerleştirmek istediğini anlamak için niyetini okumaya gerek yok; bizzat tarif ediyor zaten.
Bu konuda Erdoğan’dan, 28 Ocak’ta Ankara’da, destekçilerinden oluşan ‘sivil toplum kuruluşları’na hitaben yaptığı konuşmadakinden daha açık, daha net olmasını istemek hakkaniyete sığmazdı.
Erdoğan neyin anayasasını istediğini tarif etti; geriye, tanımına dünyada uygun düşen adı koymak kaldı.
Ama önce, ne demişti onu hatırlayalım: “Yargı organlarıyla yasama ve yürütme arasında eskiden beri süre gelen sıkıntıların temelinde mevcut anayasanın, güçlerin uyumunu değil, çatışmasını esas alan anlayışı vardır. Yeni anayasanın ruhu çatışma yerine uyum ve denge, birbirlerini yıpratma yerine birbirlerini destekleme mantığıyla oluşturulduğunda bu sıkıntı kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Yürütme meselesi yeni anayasa çalışmalarının düğüm noktasını teşkil edecek.”
Sonra, anayasası da olan başkanlık sisteminin ‘mutlak istikrar ortamı’ sağlayacağından bahsetti. Bu ‘mutlak istikrar’ın Türkiye’yi ‘terörle ilgili sıkıntılardan, risklerden koruyacağını’ söyledi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ne istediği açık değil mi?
Özellikle yargının yürütme karşısındaki konumu açısından demokrasinin vazgeçilmezini oluşturan ‘güçler ayrılığı’nı ‘güçler çatışması’ diye kötüleyerek reddediyor. Onun yerine ‘güçlerin uyumu ve birbirini desteklemesi’ diye bir mefhum koyarak kontrol ve denge mekanizmalarını en başından kategorik biçimde yok sayıyor.
Yürütmeyi bu uyum ve denge içinde ‘düğüm noktası’ olarak görmesinden de anlıyoruz ki bu rejimin anayasasında diğer güçler başkanın istibdadına tabi olacaklardır.
Ayrıca, ‘mutlak istikrar’ gibi kavramlar demokrasinin ruhuna ve lafzına yabancıdır. İstikrarın mutlaklaştırılması, faşizan çağrışımlarla yüklüdür.
Demokrasi, ‘sürdürülebilir istikrar’ı hedefler.
Kendilerinin bulduğu ad ne olursa olsun, bu başkanlık rejimine dünyanın takacağı ad ‘diktatörlük’ten başkası olamaz.
Bütün gücün, denetlenemeyen ve dengelenemeyen tek güçlü adamın elinde toplandığı rejimlerin modern dünyada başka adı yok.
Erdoğan, Türkiye’de bir diktatörlüğe yol açmaktan başka bir sonuç doğurmayacak olan bu anayasa projesini, üzerine ‘milli ve yerli’ etiketi yapıştırıp pazarlıyor.
Ankara’daki konuşmasında şunları söylemişti: “Bugüne kadar kurulan anayasaların hepsi ithaldir, yerli değildir. İthal ürünlerle yönetildik, ithal mantıklar bize hakim oldu. Şimdi biz yerliye, milliye dönmeliyiz. (…) Kadim yönetim geleneğimize yaslanan bir anayasa Türk tipi anayasadır.”
Söylediklerine teknik açıdan bakınca Erdoğan’ın haksız olduğunu iddia etmek zor. Gerçekten de öyle, sadece ‘anayasaların mantığı’ değil 1876’daki Kanun-i Esasi’den bu yana ‘anayasa’nın kendisi de ‘ithal’dir.
Sahip olmak istediğimiz demokrasi ve hukuk devletinin de kökü dışarıdadır. Tu kaka edilen ‘güçler ayrılığı’ da öyle.
İnsan Hakları ithal bir mefhumdur. ‘Eşitlik, özgürlük, kardeşlik’ fikirlerinde temsil olunan Cumhuriyet de ‘ecnebi’dir. Kadın-erkek eşitliği ithaldir mesela; çoğulculuk, katılımcılık, hep bize yabancıdır.
Laiklik, Türkiye’ye dışarıdan gelmiştir.
Hiçbiri ‘yerli ve milli’ değildir. Ama dünya malıdırlar; evrenseldirler. Uygar dünyanın tanımlayıcı değerleri olmuşlardır.
Kökenleri itibarı ile ‘yerli ve milli’ olmayabilirler ama barış, gelişme ve refah için iyidirler, güzeldirler. Benimsediğimiz oranda da bizim değerlerimiz olacaklardır.
Meselemiz, Türkiye’nin hangi dünyaya ait olması gerektiği hakkında mutabakat oluşturamamaktan kaynaklanıyor.
Uygar dünyanın bir parçası mı olmak istiyoruz? Yoksa 1876’da yürürlüğe giren Kanun-i Esasi’yi iki yıl sonra askıya alıp memleketi 30 yıl boyunca zalim bir istibdatla yöneten Abdülhamit’in devamı mı?
Demokrasi, hukuk devleti, cumhuriyet, bunlar sözde ‘gayrimilli ve yabancı’ olunca, Erdoğan’ın ‘kadim yönetim geleneğine yaslanan Türk tipi anayasasının’ bu ülkeye ne vaat ettiğini düşünmek bile istemiyorum.
Çünkü ‘kadim yönetim geleneğimiz’ sultanlıktan başka bir şey değil.