MURAT SEVİNÇ
“Onun benden özür dilemesi, özrümü kabul etmek zorundasın anlamına geliyordu.
Sahtekârca, hiçbir samimiyeti olmayan bir özür, hani.
Onu affetseydim ben de aynı sahtekârlığı giyinecektim. Düşünsene, affetmediğim için ben suçlu olacağım. Dönüp ona, seni affetmediğim için beni affet diyeceğim neredeyse…”
(Akif Kurtuluş’un Ukde adlı romanından)
Türkiye giderek daha ‘şeffaf’ bir yönetime kavuşuyor! Tabii Batı demokrasilerindeki şeffaflıktan söz etmiyorum. Onun için Rönesans ve Reform’u, Descartes’ı, Spinoza’yı yaşamak gerekiyordu. Yüzyıllar süren ‘aşamalar’ı es geçmiş, 19.yüzyıl boyunca kaçmakta olan treni yakalamaya çalışıp arka vagonuna iyi kötü tutunabilmiş Türkiye’mizdeki, ‘memleket tipi şeffaflık’ oluyor kaçınılmaz biçimde.
Bir ‘bakan’ın gördükleri
Hükümet sözcüsü, ağırlığı ve hatta ‘özgül’ ağırlığı olan bir bakan, itiraflarda bulunuyor. Başkentin çeyrek yüzyıllık belediye başkanı hakkında. Güzelim Ankara’yı, göstere göstere delik deşik edip kasabaya çevirmiş, adını anmak istemediğim, herkesin malumu şahıs hakkında. ‘Kucağa oturdu’ diyor, ‘Haysiyetli değil’ diyor, ‘Şehri parselleyip sattı’ diyor.
Yıllardır gördüğü ve tanık olduğu ne varsa, bir anda çıkarıveriyor o mübarek, duanın eksik olmadığı dudaklarından.
Dahası, fışkıyecinin ‘suçlar’ işlediğini, ancak parti disiplini gereği ‘sustuğunu’, milletvekilliği sona erince ‘daha neler neler söyleyeceğini’ ilan ediyor. Bu arada ‘Reis’ini kayırmayı ihmal etmiyor tabii, 17-24 Aralık’a ‘sahtekârlık’ diyerek!
Hemen ardından, emekliliğin ardından Ankara sokaklarında gururla dolaşacağını buyuruyor. Vay be. Bir ‘bakan’ olarak, gördüğü hukuk dışılıkları yıllarca sakladığı için herhalde. Sakladığı, sustuğu için gururlanıyor belli ki. Çünkü son derece gurur verici bir davranış bu.
Türk tipi parti disiplini
Hele ki parti disiplini açıklaması yok mu? Bu da ayrıca onurlandırıcı. Memleketin tüm kamu hukukçusu ve anayasacıları, ‘parti disiplini’ tanımlarını gözden geçirmeli bundan böyle.
Türk tipi parti disiplininde, bir partili diğerinin suç işlediğini görüp/bilirse susmalı, saklamalı. Diyelim ki birini öldürdü bir partili; diğer partili görevi bitene dek hasıraltı etmeye çalışmalı cinayeti. Türk tipi parti disiplini gereğince! Yeryüzünde bir örneği olmadığını düşündüğüm idareciler bunlar, inanın. Ardından başbakan çıkıp ‘Bir daha kavgalaşmayın, yoksa fena olur bak, hıııı’ düzeyinde bir şeyler söylüyor. 2015’in Mart ayında.
Bir gazeteci ‘özür’ diliyor
Aynı gün bir şey daha oluyor. Bir gazeteci ‘özür’ diliyor. Yıllarca Türkiye’nin en prestijli gazetelerinden birini yönetmiş. Yazıları okunup tartışılmış. Katılmadığınız düşünceleri çok olsa da, aklı başında biri olduğunu düşünmüşsünüz, yıllarca.
Sonra Gezi olayları patlak vermiş. Ah pardon, ‘Gezi darbesi!’ Faiz lobisi darbesiyle, porno lobisi darbesinin hemen arasında bir yerlerde. Yepyeni bir şey. Milyonlarca insan sokakta ve çığlık atıyor. Tarihin gördüğü en barışçıl gösterilerinden biri. Yıllarca AKP’nin hacetinde boncuk aramış bir kesim aklı evvel ve ‘kibirli oğlu kibirli’ münevver, milyonlarca insanın tepkisinde ısrarla ‘darbe’ unsuru arıyor.
Bir anlamazlık durumu
Nasıl bir darbe girişimiyse, duvardan düşen bir polis dışında, yalnızca göstericiler, çoluk çocuk öldürülüyor ve sakat bırakılıyor. Anlamak istemiyorlar ısrarla olup biteni. Şaşkınlar. Çünkü dünyanın en sıkıcı yazar çizer ve siyasetçi tayfasının dengesini bozuyor, bu beklenmedik eylem biçimi. Herkes şaşırıyor.
Tümü akıllı telefon kullanan ve Yeni Zelanda’daki arkadaşıyla üç saniye içinde haberleşebilen bir genç kitleye, farklı bir dünyanın ürünü bir genç kitleye, 50 yıl önceki propaganda teknikleriyle hitap etmeye çalışan zevzek siyasetçiler de, onların her gün ne yaptığını takip eden ‘yazarları’ da, anlamıyor olup biteni. Dünyada, binlerce ‘yavaş şehir’ pıtrak gibi çoğalırken ve İtalya’da bir komedyen azımsanmayacak ölçüde ‘sosyal medya örgütlenmesiyle’ milyonlarca oy alabiliyorken, anlamıyorlar.
Allah kabul etsin
İşte bu ‘anlamazlık’ durumunda, ortada anormal ‘efsaneler’ dolaşmaya başlıyor. Üretildikleri çok belli. Kabataş fantezisi gibi. Tam bu karmaşa ortamında, söz konusu prestijli gazeteci, tweet atıveriyor. Bir diğer gazeteci (İsmail Saymaz) ve oyuncunun (Levent Kazak) sorularını yanıtlıyor. MOBESE görüntülerini izlediğini, savunulamayacak çok vahim bir olayın bulunduğunu vs. yazıyor. Ardından bunları TV’de tekrar ediyor. Sonrasında aylarca susuyor. O aylar boyunca, bu saçmalık kullanılarak halk tahrik edilmeye çalışılıyor. Nihayetinde tüm görüntüler yayınlanıyor vs… tekrara gerek yok.
Bir ara o prestij sahibi gazeteci, “Ne olduysa oldu, ben geçtim orayı çoktan… Bu önemsediğim bir konu değil. İki tane tweet attım sonuçta” buyuruveriyor. Çalıştığı gazetenin okur temsilcisi tarafından uyarılınca da 2015 Mart’ında şunları söylüyor: “Lafı dolandırmadan söyleyeyim: Birçok kişinin güvenini sarstığım ve onları hayal kırıklığına uğrattığım için çok üzgünüm. Bu satırları okuyanlar da lafı dolandırmadan anlasınlar; ‘Aslında şunu diyor’, ‘Yok canım böyle demek istiyor’, ‘Öyle değil böyle’ falan yok. Üzgünüm. Ve özür diliyorum.” Allah kabul etsin.
‘Hata’ değil ‘yalan’
Kendisi basına önemli hizmetlerde bulunmuş iyi bir gazeteci olabilir. İyi bir insan da olabilir. Buna mukabil ortada, görmezden gelinebilecek bir ‘hata’ değil, gerekçesi açıklanmaya muhtaç bir ‘yalan’ var. Türkiye’nin en hararetli döneminde, çoluk çocuk sokaklarda kamu gücü tarafından perişan edilmişken ‘üretilmiş’ bir garabet üzerine söylenmiş ve halihazırda şiddet görmüş olanı bir de zan altında bırakan sözlerdi bunlar.
Gazetecinin tweetlerindeki iafadeleri neden sarf ettiğini herhalde ondan başkası bilemez. Ancak o ve onun dışında herkes, doğruyu bilme/öğrenme hakkına sahiptir. Bu satırların yazarı, ömrü boyunca irili ufaklı, beyaz ve gri yalanlar söylemiş ve çok sayıda ‘hata’ yapmıştır. Hayat başka türlü geçmez. ‘Ben hiç yalan söylemedim ve hata yapmadım’ diyen sahtekârlardan değildir. İyi de biraz insaf! Konumuz, böylesi yalan ve hatalar değil ki.
Norveç’te yaşamıyoruz
Şimdi, söz konusu gazetecinin işinden ayrılması gerektiğini vs. dile getirenler var. Türkiye adı verilen ülkede bir insandan bunu talep etmek bana kalırsa haksızlık ve lüzumsuzluk.
Hükümet sözcüsü yukarıdaki sözleri sarf edebiliyor ve başbakan tarafından ‘Bakın bir daha olmasın’ şeklinde uyarılıyorken, iktidar partisinin şu koşullarda ‘hala’ 20 milyona yakın seçmene sahip olduğu düşünülüyorken, memleketin hukuk sistemi kalbura dönmüşken, bir gazeteciden işini bırakmasını talep etmek, içtenlikle söylüyorum, haksızlık.
Norveç’te yaşamıyoruz. Türkiye’de bir kesim yurttaşın İskandinav kriterlerine uymasını beklemek, izan dışı. Ancak, özrü kabul etmemek mümkün elbette. Hele ki olup bitenin, sıradan bir hatadan ibaret olmadığını düşünüyorken…
Ben, 77 milyonda bir kişiyim. Bu da demektir ki söz konusu prestijli yazarı, hiç olmazsa bir kişi, o gün bu gündür okumadı ve okumayacak. Elinden gelen, budur.
Yazının başında özetlenen ‘bakan açıklamaları’na gelince. Rahat olsunlar, başlarına bir şey gelmez nasıl olsa. Herkes her şeyin farkında zaten. Tanık oldukları suçları, dünya alemin malumu ‘sırlar’ı gizlemeye devam etsinler. Ancak, ağızlarından Allah’ın adını düşürmesinler sakın. Aman ha!