GÜLBEN ÇAPAN
gulbencapan@diken.com.tr / @istanbulartsnob
Yaklaşık dört beş yıldır tanıyorum onu. Kolombiyalı bir entelektüel. İstanbul’da yaşıyor. Okudukları, araştırdıkları ve farkındalıkları İstanbul’a çok fazla geliyor.
Eş dost aracılığıyla yürüyen nadide piyasamıza daha gerçekçi bir yön gösterici olabileceğini düşünmüşümdür hep ama aklıma Anissa Touati’ye benim söyleşim sonrasında takınan tavır gelince, Arie Amaya-Akkermans’ın Kadıköy’de kitapları ve yazılarıyla geçirdiği dünyasına zarar vermek istemiyorum.
Akkermans’la bir araştırmacı ve küratör olarak İstanbul’da geçirdiği pandemi süreci üzerine konuştuk. İyi ki konuştuk. Fuarlar, sergiler ve sanatın bu dünya gibi ne kadar yitik bir noktada olduğunda hemfikiriz. Ve son cümleyi başlığa taşıma gereği buldum çünkü ne yazdıklarım(ız) ne yaptıklarımız aslında kimsenin umurunda değil.
Altı aydır pandemiyle yaşıyoruz. Bir araştırmacı ve küratör olarak siz bu tuhaf zamanları nasıl geçiriyorsunuz?
Nisan ayında aklıma gelen ilk düşünce, bir şekilde dünyayı kaybettiğimizin farkına varmamla ilgiliydi – maddi olanı değil de, içinde bulunup birbirimizle konuşarak birlikte yarattığımız o görünmez alanı. Sanatsal üretimin teknik mevzuları, dakikasında ilgisiz hale geldi ve ben, başkalarıyla hakiki ilişkileri, imkânlar dahilinde nasıl sürdürebileceğimizi, sanatın ve entelektüel üretimin buna dair nasıl bir rol oynayabileceğini düşünmeye başladım.
Dünyanın radikal şekilde değiştiğini söylemek kolay ancak gerçek şu ki bu değişim, birçoklarının inanmak istediği kadar ani olmadı; pandemi, bunu sadece daha da belirginleştirdi. Bir bakıma, dünyayı çoktan kaybetmiştik. Sadece bu kadar belirsizlik içinde hayatı nasıl işler hale getireceğimizi anlamaya çalışıyoruz ve bu anlamda kültür işçileri, günümüzün diğer sakinlerinden farklı değiller. Bu yeni yaşam hali, tüm işimiz ve dünyamız haline geldi.
Şu anda Türkiye’deki küratöryel araştırmalar ne durumda?
Elbette birçok kişi, organizasyon üzerine organizasyona çevrimiçinde akın etti. Ben bir süre direndim çünkü zamanın yitişinin yasını tutmanın gerektiğini hissettim; durup düşünmenin ve yeni ufuklar keşfetmenin icap ettiğini. Çağdaş olana hayat veren teoriler şimdi o kadar beyhude görünüyor ki… Çünkü temelleri hakkında şüphelerin bulunduğu teorik modellerin nimetlerinden faydalanamazsınız ki şu anda bu şüpheler var… Bilimin sınırları nedir, felsefenin ne faydası var, neden sanata ihtiyacımız var? Küratörler ve araştırmacılar için bunun ideal bir durum olduğunu düşünebilirsiniz, bir geçiş ve değişim anında yaşamanın… Ancak kurallarını artık anlamadığımız bir dünyada hareket etmek imkansızlaşır. Bu dünya samimi değil. Evvelemizde de değildi ancak tecrübe, artık daha doğrudan. Elbette insanlar projeler üzerinde çalışıyor, müzeler yeniden açılıyor, hayat da devam ediyor ancak her şey bir miktar konuyla daha az ilgili geliyor.
Peki bu, Türkiye güncel sanat ortamını nasıl değiştirdi?
Aslında, çok az. Ülkenin sanat piyasası daralmış olsa da hali hemen hemen aynı: Yeteneği kıt zengin aile çocuklarına galerilerde şans tanınıyor, her yer dekoratif objelerle dolu, resimler çoğunlukla kötü, herkes sıkılmış ve sanat dünyasından nasıl çıkılacağı konuşuluyor.
Bu durum, Türkiye’ye özgü değil ve bir bakıma sanat dünyasını da sınırlıyor. Ancak ülkenin koşulları bu durumu çok daha aşırılaştırıyor. Sorumsuz bir eşitsizlik, şiddet geçmişi ve ciddi güven sorunları yaşayan, travmalar geçirmiş bir toplum. Neler olduğunu içselleştirmek çok uzun zaman alacak ama ortalıkta bazı emareler de var. Örneğin, İstanbul merkezinden uzaklaşmaya yeniden ilgi söz konusu. Mardin’e, Ayvalık’a, İzmir’e, Eskişehir’e, başka şehirlere de ilgi olacağına inanıyorum. Beyoğlu’nun eski sanat sahnesi ‘sizlere ömür’, bunu kabul etmeliyiz. Hayata yeniden dönmesi için bir dizi yepyeni koşulun gerçekleşmesi lazım. Sanattan bekleyebileceklerimiz hepi topu bu mu? Umarım değildir.
Meşguliyetinizi değiştirdi mi bu durum?
Marttan önce ne yaptığımı artık anımsayamıyorum. Tarihi yapıların inşasıyla hep ilgiliydim ve bu mevzu hâlen önemli olsa da varoluşsal meseleler yeniden ön plana çıktı: Dünyaya yeniden nasıl inanılacağı, vaatlerin ne olduğu, bunların nasıl tutulacağı, nasıl arkadaşlık kurulacağı ve nasıl özgür olunacağı gibi. Tabii benim Hannah Arendt veya David Graeber gibi düşünürlere diğer sanat teorilerinden daha ilgili olduğumu göz önünde bulundurduğumuzda, bu sorular basit görünüp ağır teoriye bulaşmış olanları pek ilgilendirmeyebilir. Ancak ben bunların, geleceğin yorumbilimini ilgilendireceğine epeyce kaniyim – kendimize ve birbirimize neden burada olduğumuzu, bunun neden önem arz ettiğini, sebat etmenin neden çok şey ifade ettiğini sorduğumuz bir ana geri dönmek için.
Kitaplardan alıntılarla, ıvır zıvır konularla küçük şovlar yapmak artık mümkün değil; yani, mümkündür belki ama ahmakça olur. Daha gayretli olmalıyız. Olmayacak hayallere ancak böyle, hayatın tehlikede olduğu, kaybedecek çok az şeyimizin olduğu zamanlarda kucak açmak mümkün olur.
Bu değişime tekabül eden çarpıcı deneyimleriniz oldu mu?
Birincisi, sokağa çıkma yasakları ve karantinanın ortasında internet üzerinden aylarca, uzaktan arkadaşlık peşinde koşmaya zamanım ve sabrım vardı. Bu da bana iletişim olanakları ve vaatlerin daimî kıymeti hakkında çok şey öğretti, dünyanın gıyabında bile. Her ne kadar eninde sonunda buluşsak dahi, böylesine her şeyiyle yoğun zamanlarda insani bağların öngörülemezliğinin ve hassaslığının farkına varmak önem arz etmekte. Verilen sözlerin kolayca bozulup geleceğin belirsiz ve dünyanın kıskançlık, korkaklık ve fesatlıkla dolu olacağının haberini verirken bütün bunlarla da yaşamamız gerekiyor. Ancak gene de insanoğlu olarak imkanlarımızı genişletebilmemiz güzel bir durum.
İkinci deneyim, Beyrut’ta 4 Ağustos’ta meydana gelen büyük patlamaydı. Büyük hüzün verdi bana bu ve ben, siyasi yapıların, bu bölgede tanık olunan yıkım ve çöküşünün boyutunu tam manasıyla kavrayamadığımızı düşünüyorum.
Bu iki deneyim bizleri dünyadaki evimizi düşünmeye ittiği ve onu sevmenin ne kadar zor olduğunu gösterdiği için ilişkili, ancak bütün olasılıklar hala mümkün ve bazen hata yapabiliyoruz.
Peki şimdiki çalışmalarınızın ana temaları neler?
Önceleri bir düşünce süreci olarak soyutlama fikrine kafayı takmıştım ama 2018’deki Atina seyahatim her şeyi değiştirdi. Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige’in Akropol Müzesi’ndeki sergisini incelemeye gittiğimde, antik çağlara ve arkeolojiye, yaklaşık 20 yıl önce koyulduğum yolculuğun başladığı yere geri döndüm. Bu yüzden, tarihsel hafıza, miras, arkeoloji politikaları ve ulusal tarih konularına iyice sardırdım. Bir bakıma hep oralardaydım ve bunun farkına; 2016’da İsviçre’deki Art Basel’de, British Museum’dan bir küratörün de içinde yer aldığı, tarihi eserlerin yağmalanması hakkında bir paneli yönetirken, profesyonel çevrelerde konunun ele alınışındaki alaycılık karşısında şoke olduğumda varmıştım. Ama Atina sonrasında ufkum tamamen açıldı.
Dünya bu süreçte bizi tam anlamıyla yüzüstü bıraktı. Bu yüzden geçmişi yeniden inşa ederken bugünü ve kendi yaşamlarımızı da yeniden kuruyoruz. Benim ana tezim, bunun, dünyanın sonu olmadığı. Çünkü insanların arasında muhabbet oldukça dünya sona ermez. Muğlak bir ümidi koruyorum.
Tüm bu belirsizlik içinde, önümüzdeki yıl için yeni projeler üzerinde mi çalışıyorsunuz?
Bu projelerin meyvelerini verip vermeyeceğinden bile emin olamıyorum ama biraz hayal kurmaya çalışıyoruz. 1990’lardan beri Beyrut’un mimarisi üzerine, klasik Yunan edebiyatından parçalar etrafında sanat, belgeseller ve arşivler üzerinden bir sergi oluşturmaya ve Lübnanlı ve Türkiyeli sanatçıları buluşturabilecek ortak konular bulmaya çalışıyorum. Ömer Özyürek’e cömertçe ADAS’ta bu projeye yer sağladığı için müteşekkirim ve şu anda bu projeyi gerçekleştirmeye çabalıyoruz.
Bunun paralelinde, Lübnanlı sanatçı düosu Hadjithomas ve Joreige’den bir dizi video çalışmasını İzmir’e getirmek istiyorum zira Hadjithomas’ın büyük babası 1922’deki olaylardan sonra İzmir’den Beyrut’a taşınmıştı, ancak bu, potansiyel olarak tartışmalı, çok daha iddialı bir proje ve toparlanması birkaç yıl alabilir.
Gördüğünüz gibi, aklım devamlı Beyrut’ta ve Lübnanlı fotoğrafçı Gregory Buchakjian ile uzun yıllardır süren yazışmalarımızda hep hayatlarımızın sürekli, enkazla kuşatılmış, hatta bir bakıma bununla tanımlanmış olduğunu konuşuyoruz – mimari, arkeolojik, siyasi ve tarihi harabeler. Bu da Beyrut ile İstanbul arasında henüz dile getirilmemiş bir buluşma gayesi; sanırım gelecekteki işlerimin çoğu bunun keşfi üzerine olacak. Yaklaşık 10 yıldır Beyrut ile ilişki halindeyim ve artık bunu bir sergiye dönüştürmenin vaktinin geldiğini düşünüyorum.
Aynı zamanda Lübnan ve Rusyalı küratör Karina Helou ile bu bölge ve başka taraflardan bağımsız küratörlerin ve sanatçıların seslerini yayınlayabilmek için bir çevrimiçi platform oluşturmaktayız, yakında bunun için daha detaylı açıklamalar yapacağız.
Olmayacak hayaller zamanında yaşadığımızı söylüyorsunuz. Bir küratör olarak, sizinkiler hangileri?
Pratikleriyle, bugün benim Türkiye’yi okumamı birçok yönden şekillendirmiş, yaklaşık on yıldır tanıdığım yakın dostlarım sanatçılar Hera Büyüktaşçıyan ve Hale Tenger ile (belki ilaveten, çağdaş sanat dünyasına nasıl ayak bastığımın upuzun hikayesinin bir bakıma ana karakterleri Lübnanlı düo Hadjithomas ve Joreige ile) çalışma fırsatı bulmayı gerçekten çok isterim. Haklarında kapsamlı şekilde yazdığım çalışmalarıyla meşguliyetimi, teorik ayrıntılardansa temel insani sorunlara değinirken şu anda aradığım dostluk ve özgürlük pratiklerinin bir parçası olarak görüyorum. Bir ara konuştuk bunları, bazı planlar da yaptık ancak elle tutulur bir fırsatın yakalanması zor. Kendinizi çok yakın hissettiğiniz materyalle çalışmak bazen zordur ancak ben, hâliyle, doğru zamanın geleceğinden eminim.
Bu hafta Bilsart’ta, Mehmet Ali Boran ve Hera Büyüktaşçıyan’ın eserlerinin sergilendiği açılışta, Hera’nın Bergama’da çektiği, tarihi değişim ve derin zamanla ilgili bir video, aklıma sanatın inanılmaz yolculuklarını getirdi: Bu çalışmayı Berlin’de gördüm, sonra bunun hakkında biraz kişisel araştırma yapmak için Bergama’ya gittim, Hera’nın gösterisi bağlamında konuşma yapmak için Berlin’e tekrar dönmeden önce (bunun akabinde de işimin odak noktasını tamamen değiştiren, Yunanistan’a yaptığım o sihirli seyahat olacak) ve şimdi onu İstanbul’da, derin tarihsel değişimlerin yaşandığı bir zamanda yine görüyorum. Bu, bana, bitmez tükenmez sanat yolculuklarından çok kere sızlandığımız yılların ne büyük lüks olduğunu düşündürüyor. Bunun bir kısmını yine isterim ama hepsini değil, biraz küçülmeye gitmek lazım zira sanat dünyası, küçük ekonomisine nazaran büyük beden bir temaş.
Ama olmayacak hayallerin daha büyükleri de var. Seyahat etme hayali beni hep, birbirimize verdiğimiz sözlerin anlamlı olduğu bir dünyaya yeniden sahip olma arzusuna geri götürüyor ve kapitalizm altında bu sohbetleri mümkün kılan son ortamlardan biri de sanat. Açılışın ardından grup halinde Urban Cafe’de oturduk, belki de yıllardır ilk defa. Aramızdaki bir kadının, yele gibi uzun siyah saçları, akla hayale sığmaz bir gülümsemesi var. Üç yıldır mahpus bir Kürt sanatçı, daha şubatta salıverilmiş, hemen pandemi öncesinde. Hapiste kendisine, siyasi mahkumlarla mı, yoksa teröristlerle mi aynı hücrede kalmak istediğinin sorulduğunu, yoğun bir ironiye anlattı. Katıla katıla gülüyordu, geçmişin dehşetine ki bu kendisinin de hikayesi. Yaşamla ölüm arasında fark gözetmeyen şiddetli bir kahkaha.
Benim hayalim, o şekilde yaşama cesaretini göstermek, öyle özgür, öyle engin, öyle bağışlayıcı, öyle pervasız, gerçekten önem taşıyan şeylere öylesine odaklanmış. Kendimizi çok ciddiye aldığımızı düşünüyorum sıklıkla, sadece sanat dünyasında da değil. Hayatlarımızın, haddinden fazla önemli olduğunu zannediyoruz veya herhangi birinin, onlar hakkındaki ahlaki değerlendirmelerimizi umursadığını. Umurlarında değil.