MURAT SEVİNÇ
CHP’nin yerel seçim propagandası, yeni olmamakla birlikte farklı bağlamda sıkça kullanılır hale gelen bir kavram kazandırdı siyasete ve Türkçe’ye: İsraf.
“AKP seçmeni olan muhafazakâr kesim ‘yolsuzluk’ sözcüğünden rahatsız oluyor, derdimizi anlatamıyoruz”, diye düşünen muhalefet, söz konusu kitlelerin dünyasında bir yeri ve anlamı olan kavramlar ararken, israfı buldu. İktidar seçmeninden oy almak zorunda oldukları için bu taktiğin bir anlamı olduğu düşünülebilir. Tabii, yolsuzluğa israf demek kaç oy kazandırmıştır, bunu tam olarak bilmek mümkün değil. Fakat ‘oy almak’ için başvurulan bu yöntemin tercih edilmesinin dayanağı, ‘yolsuzluk’ iddialarının seçmen kaçıracağı varsayımı ise, eh doğrusu bu düşüncenin isabetli olup olmadığı da tam olarak bilinemez!
Halihazırdaki muhalif siyaset, iktidar seçmenini ikna etmek üzerine inşa ediliyor. Kendi seçmeninin her hâlükârda cepte olduğu kanısıyla. Olabilir hakikaten, iktidardan kurtulmak isteyen milyonlarca seçmen görmezden geliyor bazı şeyleri, bu doğru. Fakat iktidar seçmeninin bu söylemle ikna edilebileceğini düşünmekte sanırım bir sorun var.
Daha önce de dile getirmeye çalışmıştım; özellikle ana muhalefet partisi, seçtiği yol ve araçlarla, siyasetin dönüştürücü, öğretici işlevini ihmal ediyor. Ya böyle bir niyeti yok, ya da cesareti. O muhafazakârlar karşılarında daha açık konuşan birilerini görmek istiyor olamazlar mı? Sizce onlar yolsuzluk iddialarını duymuyor mu? Farkında değiller mi? Yoksa göre göre mi veriyorlar desteği? O zaman israf, daha da hoş görülebilir bir iddia haline gelmiyor mu? E canım hangimiz israf etmiyoruz ki zaman zaman, insanlık hali!
Seçilen dilin kaçınılmaz bir sonucu, çoğunu bir kaba sıkıştırmanın pek mümkün olmadığı muhafazakâr değerlerin, genel geçer siyaset dili haline gelmesi. Homojen bir ‘dindar kesim’ olmadığı gibi, o kesimlerin en tutucularının ve iktidara adanmışlarının dilinin hakimiyetini kabul etmenin anlaşılabilir bir yanı var mı?
Bir de tabii çok daha açık ve somut bir soruya gereksinim var burada: Eğer o insanların oyuyla iktidara gelirseniz, büyük israfta payı olanları yargılayacak mısınız? Hangi gerekçeyle? Müsrif oldukları için mi?
Sonuç alıp almayacağı belirsiz bir taktiğin iler tutar yanı yok gibi geliyor bana. Sanırım yalnızca bana değil, çok insana da böyle görünüyordur. Şunu bir kez daha hatırlatmanın zararı olmaz: Her kesimle iletişim kurulmalı, dindar kesimle hemhal olacak yollar bulunmalı, buna hiç kuşku yok. Yalnızca oy için değil, birlikte yaşayabilmek için.
Fakat muhalefet de şunun ihtimal olduğunu hesaba katmalı: Ülkede bir de ‘diğer kesim’ var ve dindar olsun olmasın eninde sonunda herkes ‘samimi’ bulduğuna değer verir. Eğer ‘vermez’ deniyorsa, o zaman ‘dönüşmesi’ için çaba harcanır. İnsanlar, kendilerine saf muamelesi yapana ne kadar iltifat eder, bilemiyorum.
Bir şey daha var: Şu aralar Türkiye’nin başına gelen en ‘acayip’ işlerden biri ‘kavram kargaşası’. “Başka sorunumuz mu kalmadı” demeyin hemen! Toplumu kötücül bir hücre gibi sarıyor bu ‘bilinçli’ ya da ‘bilinçsiz’ hal. Diyelim, önüne gelene ‘terörist’ demek kuşkusuz muhalefeti ürkütmek için tercih ediliyor. Muhtemelen bu duruma en çok sevinenler teröristlerdir! Öyle ya, pazarcısından faiz alana, seçmeninden yazar çizerine dek çeşitli yurttaş kesimleri terörist olarak adlandırıldığında… Örneğin, ‘soykırım’. Bakın, bazı KHK’liler de ‘soykırım’ kavramını kullanmaya başladı. İnsaf, KHK’lilerin durumunu anlatacak başka ifade kalmadı mı? Ya da harcıâlem hale gelen ‘darbe’. En vahimlerinden biri bu. Gezi darbe, dövizin artışı darbe, ekonominin gidişatını eleştirmek darbe. 12 Eylül neydi peki? İri sözcüklerle, ağırlığı olan kavramlarla konuşup yazmak, propaganda yapmak bir an etkileyici olabilir ama uzun vadede konuyu ‘sulandırmak’ dışında bir işlevi yok.
İşte ‘israf’ sözcüğünün de böyle bir etkisi oluyor ve olacak. Musluğu iki dakika açık bırakmakla, milyarlarca liralık ihalenin kapalı yöntemlerle tahsis edilmesi aynı sözcükle karşılanamaz. Bu kadar açık ve basit. Siyasetçilerin, yurttaşa, kendilerinden daha az akıllı muamelesi yapmamalarında büyük yarar var.
‘İsraf’ ile bu kadar oyalanmamın nedeni, Çiğdem Toker’in kitabı, Kamu İhalelerinde Olağan İşler. Tekin Yayınevi’nden çıktı. Kitap hakkında Gazete Duvar’da hayli kapsamlı bir yazı yazdığım ve Diken’de bir tanıtım yazısı çıktığı için, içeriğine girmeyeceğim. Burada benim açımdan önemli olan, ‘bir yurttaşlık öğretmeni’ olarak andığım Çiğdem Toker’in anlattığı ihale rejiminden hareket ederek, bir yurttaş olduğumuzu yeniden hatırlatmak.
Ortalama Türkiye cumhuriyeti yurttaşı, KHK’lilerin işten atıldığını biliyor, duyuyor, umursuyor, vesaire. Oysa Toker’in çalışması gibi kitaplar, bize seksen milyon insanın aslında yurttaşlıktan tasfiye edildiğini söylüyor. Yurttaşlıktan tasfiye edilmek, bir benzetme kuşkusuz. Milyonlarca insan, bu ‘harcama’ rejiminde birer yurttaş olma vasfını yavaş yavaş kaybettiğini henüz tam olarak kavrayabilmiş değil. Ya da, yaşadığı şeyin adını koyamıyor belki de.
Muhterem okur,
Yurttaşlığımız, göz göre göre israf (!) ediliyor, mesele bu.
Özetle: Bizimle, yani yurttaşlar ile devlet arasında hangi bağlar var. Biz neden İngiltere’de ya da Fransa’da değil de, Türkiye’de oy kullanıyoruz örneğin? Çok mu saçma oldu bu soru? O zaman biraz daha saçma olsun: Neden ABD’ye değil de, Türkiye’ye vergi veriyoruz?
Buralı bir anne ve babanın çocuğu olduğumuz için, öyle değil mi? Anayasa’da ‘yurttaş’ sıfatıyla tanımlanıyoruz. Başka bir yerde doğsaydık nefes alabilir miydik? Evet. Başka bir yerde doğsaydık yemek yiyebilir miydik? Evet. Başka bir yerde doğsaydık tarla sürebilir, ekin elde edebilir miydik? Evet. Başka bir yerde doğsaydık ameliyat yapan hekim, yapı inşa eden mimar, kıyafet diken terzi, yemek yapan aşçı olabilir miydik? Evet. Devlet olmadan yaşayabilir miydik? Evet. Nitekim yalnızca beş bin yıllık tarihi var devlet adı verilen örgütlenme biçiminin. Modern devlet dediğimiz çok daha genç. Peki, başka bir yerde doğsaydık düşünebilir ve düşüncelerimizi dile getirebilir miydik? Kuşkusuz evet.
Demek ki aslında bizi biz yapan niteliklerimizin büyük çoğunluğu, yaşadığımız ülkede çevrelendiğimiz ‘kurallar’ olmadan da var olabilir.
Gel gör ki biz buralıyız ve yurttaşı olduğumuz devletle aramızdaki en görünür bağ, ‘vergi’ veriyor oluşumuz. Evet oy veriyoruz, evet dernek kurabiliyoruz, evet sendika üyesi olabiliyoruz, evet yurttaşların sağlık ve eğitim haklarından yararlanabiliyoruz vs. Buna mukabil tümünü yapabiliyor oluşumuzun nedeni, ortada bir ‘devlet’ oluşu. Anayasamız, yaklaşık üçte birinde o devlet ile aramızdaki ilişkiyi düzenliyor. Bizi devlete karşı koruyor ve ödevler veriyor.
O devletin varlığı ise bizim emeğimize, vergilerimize bağlı. Biz varsak, vergi ödüyorsak, devlet ve görünür tüm alametleri de var demektir. O araçları, kıyafetleri, sarayları, şunları bunları… Biz yapıyoruz. Biz ödüyoruz. Emeğimizle, vergimizle.
Devlet bize ‘ekmek’ vermiyor. Biz emek harcıyor, emeğimizin pek azını kazanabiliyor ve kalanını bizi sömürenlere ‘hediye’ ediyoruz. Bunun adı ‘sömürü’, malum. Ezcümle biz devletluya ekmek veriyoruz. Sayemizde ekmek yiyorlar. Hatta pasta! Fakat bizi yönetebilmek için, bütün resmi ve gayri resmî araçlarıyla bizi ‘ekmek verdiklerine’ ikna etmek zorundalar. Şükran duymalıyız ki, buyurabilsinler.
Sözün özü, hani şu ‘israf’ olarak adlandırılan işler var ya, işte onlar, temel yurttaşlık ‘hakkımızın’ ihlali, devlet ile aramızdaki en somut bağın hiçe sayılması anlamına geliyor.
Çiğdem Toker’in Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nden alıntıladığı tanıma göre yolsuzluk, ‘Emanet edilmiş gücün, özel çıkarlar için kullanımı’. Güzel tanım değil mi? Bakın, ’emanet edilmiş güç’ ne kadar basit biçimde anlatıyor yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkiyi.
Yurttaşlar olarak emanet ettiğimiz, süresi belli, sınırları çizilmiş yetkinin nasıl kullanıldığının takibi, hem hakkımız hem görevimiz. ‘Ekmek verdiğimiz’ tüm yetkililerin bizim gelirimizi nereye ve nasıl harcadığı, öncelikle bizi ilgilendiriyor. İlgilendirmeli. Devlet onların babasının malı değil, bizim vergimizle ayakta duran bir yapı. Hepsi bu.
Bütçe denilen ise, alın terimiz. Başka bir şey değil.
Milyonlarca yurttaş, bir KHK ile ihraç edilmediği için tam ‘yurttaş’ olduğu yanılgısıyla yaşıyor ne yazık ki. Yurttaş yerine konulmamanın tek yolu bu değil oysa. Gelirinizin bu boyutlarda ‘israf’ edilebilmesi, emin olun daha küçük düşürücü bir yöntem…
Okuma önerisi:
İhraç edilmiş meslektaşlarımız tarafından büyük bir özen ve emekle, TİHV çatısı altında hazırlanan iki raporu buraya bırakıyorum. Üniversitede OHAL ve ihraçlarla ilgili, dört başı mamur bir çalışma. İçtenlikle kutlarım. Mutlaka göz atmanızı dilerim.