ALPER HASANOĞLU*
Psikoterapinin ne olduğuyla ilgili formülasyonların çokluğu ve belirsizliği psikoterapiyi sorgulanır duruma getirmekte. Normallik ve anormallik kişinin içinde yaşadığı koşullar ve bulunduğu kültüre bağımlıdır. Belki de bundan dolayı psikoterapi, bireyin normalden ayrışan, sosyal olarak kabul edilebilir olmayan davranışlarını düzelterek toplumsal statükoyu koruma amacı gütmekte.
Bu açıdan bakıldığında terapi sosyal kontrolün sağlanmasına hizmet eden bir araç, toplumsal hakimiyeti elinde tutan hegemonik otoriteyi temsil eden değerleri, ahlak anlayışını, yasa ve kuralları, inancı dikte eden endoktrinasyonun ince bir formudur. Böyle bakıldığında, psikoterapinin hedefi olarak ‘ruhsal sağlık’ kavramı açık olmayan ve fikir birliğine varılamamış bir tanımdır.
Psikopatolojide hastalık kavramı terk edilmiş ve onun yerine bozukluk terimi kullanılmaya başlanmıştır. Psikopatolojinin ve psikoterapinin nesnesi artık ruhsal bozukluklardır. Artık birey hasta değildir, normal ruhsal süreçlerin bozulmasından mustariptir.
Bu arada yaygın bir yanlış algılama, tanı ve sınıflandırma sistemlerinin insanları sınıflandırdığının sanılmasıdır. Oysa sınıflandırılan bireyler değil, bireylerde bulunan bozukluklardır. Bu yanlış anlamayı düzeltebilmek için sınıflandırma sistemlerinde alkolik ya da şizofren gibi tanımlar bir kenara bırakılmıştır. Uzun ve zahmetli olmasına rağmen örneğin, şizofrenisi olan birey, alkol kötüye kullanım bozukluğu olan birey gibi tanımlar kullanılmakta artık. Bozukluk terimi teorik bir temele dayanmaz, yalnızca tanımsaldır. Klinik olarak önemli olan fenomenlerin tanımlanmasına dayanır ve bu anlamda fenomenolojik bir yaklaşımdır. Bozukluk teriminin tanımında da bir birlik olmamasına rağmen, hastalık terimiyle karşılaştırıldığında daha az damgalayıcı ve olumsuz çağrışımları daha az olan bir terimdir.
Bu anlamda bakıldığında psikoterapi ruhsal bozuklukların hafifletilmesini, düzeltilmesini hedefler. Terapistler bu nedenle bozuklukların düzeltilebilmesi için hangi araçların var olduğunu bilmek ister ve ruhsal yaşamda arzulanan değişimleri nasıl destekleyeceklerini anlamaya çalışır. Başka bir zarar vermeden, arzulanan değişimlere ulaşmayı sağlayacak müdahalelerdir kural olarak hedeflenen. Bütün müdahalelerin hedefe yönelik mi olduğu, yoksa hedefe yönelik olmayı safça istiyor mu olduğu, bilimsel olarak henüz tespit edilmemiştir.
Neye ruhsal bozukluk denmesi gerektiği ve denebileceği de başka bir soru işaretidir. Ruhsal bir bozukluğun olup olmadığıyla ilgili karar belli kriterlere göre verilir; fenomenin istatistiksel olarak seyrek olması, uygunsuzluğu, sosyal normların ihlali, kişisel acı veya hayatı idame ettirmeye engel olması gibi. Bu kriterlerin her birinin kullanışlılığı sınırlıdır. En önemli kriter, kişinin günlük hayatını sürdürmekte yaşadığı zorluk ve çektiği acının şiddetidir.
Peki fiziksel olmayan her acı ruhsal bozukluk olarak mı değerlendirilmelidir? Hastanın hangi acısının terapist tarafından hastalık değeri olan bir ruhsal bozukluk olarak değerlendirileceği, terapistin ‘insan’ düşüncesine bağlıdır; çünkü sağlığın tanımı insanın aslında ne olduğuyla ilgili tasavvurla yakından ilgilidir.
Her doktorun tedavi edici müdahalelerde göz önünde bulundurduğu şey ya da ideal olarak bulundurması gereken şey, insan düşüncesinin mümkün olan en iyi şekilde tekrar üretimidir. Psikoterapi prensip olarak, karar verilmiş belli bir insan ideali, belli bir değerler silsilesi ve belli bir muhakeme arka planının önünde cereyan eder. Uzun süren eğitimler sonucu oluşan bu arka plan yalnızca terapi hedefini, yani terapistin ruhsal sağlıktan ne anladığını belirlemez, aynı zamanda bu hedefe ulaşmak için hangi araçların kullanılacağının seçilmesine de etki eder. Terapistin sahip olduğu insan idealinin, ruhsal bozukluğun ne olduğunun tanımlanması ve nasıl düzeltileceğine dair büyük etkisi vardır. Bu nedenle de insanın karmaşık bir nöro-biyokimyasal aparat mı, yoksa ruhu olan bir birey olarak tasavvur ediliyor olduğu büyük bir farklılık yaratır.
Bir insan, ruhu olan bir canlı olarak değerlendirilir ve görülürse, acıları ve yoklukları da tanınmak ve kabul edilmek zorundadır. Bu ruhsal yoksunluk ve acılar da ruhsal bozukluk kategorisine sokulamaz. Örneğin anlamsız gelen bir hayat nedeniyle acı çekmek, değer çatışması yaşamak ya da hayat görüşünün sarsıntıya uğraması nedeniyle acı çekmek ruhsal bozukluk değildir.
Burada tek yönlü ve indirgeyici bakış açılarından kaçınmak gerekir. Hayatın anlamının yitirilmesi elbette ruhsal bir bozukluk sonucu ortaya çıkabilir, örneğin majör depresyonda olduğu gibi.
Yalom bununla ilgili şunu söylemektedir: “Bütün bu araştırmalar korelasyon çalışmalarıdır. Sadece, hayatın anlamının azalmasının bir patolojiyle birlikte ortaya çıkabileceğini gösterirler. Ama bu çalışmaların temel kabulünde, hayatın anlamının azalmasının patolojinin bir işlevi – yani bir semptomu – olduğu ön kabulü vardır. Bu arada gerçekten de depresif hastaların elektroşokla tedavisi sonrasında hayatı daha anlamlı bulmaya başladıklarını biliyoruz.”
Anlamsızlık duygusu bir psikopatolojiyi önceleyebilir, onun sonucu olabilir ya da tamamen ondan bağımsız olarak ortaya çıkabilir. Sonuç olarak, hayatın anlamı ve değeriyle girdiğimiz hesaplaşma bir ‘specificum humanum’dur ve hayatın anlamının acıyla sorgulanması kesinlikle bir psikolojik bozukluğun işareti olmak zorunda değildir.
Bu anlamda, Freud’un şu saptamasına evet demek mümkün değildir: “Hayatın manası ve değerini sorgulamaya başlayan kişi, hastadır.” Mana arayışını daha çok, hayatın manasıyla ilgili var olan yanıtları sorgulama becerisi ve insan oluşu üstlenme ve inşa etme sorumluluğu olduğunu söyleyebiliriz.
İndirgeyici bir bakış açısıyla ruhsal yoksunluk ruhsal bozukluğun bir belirtisi olarak kavranır ve psikoterapiyle tedavi edilmeye çalışılır. Oysa bu ruhsal mücadele insan olmaya dair bir durumdur ve insan ancak bu mücadele içinde kendi derin oluşuna varabilir.
Ruhsal bir huzursuzluğu psikolojik araçlarla tedavi etmeye çalışmanın içerdiği tehlike, metafizik bir ihtiyacın varlığını göremeyip atlamak ya da bastırmak ve bunun sonucunda da gerçek insan oluş çağrısını kaçırmak olasılığıdır. Ruhsal huzursuzluğun psikoterapötik tedavisi bireyin hayatını daha kolay, acısız ve daha keyifli hale getirebilir. Ama bunun sonucunda varoluşsal olarak gerekli olan hayat geriliminin azalması ve insan olmaktan uzaklaşma tehlikesi doğar.
Ruhsal yoksunluklar ve acılar, psikoterapi sırasında en sık karşımıza çıkan sorunlardır. İnsanlar artık dünyayı anlamamaya başlamışlarsa, hayatla ilgili kararlar almak zorunluluğunun eşiğindeyseler ya da kendi dünya görüşleriyle ilgili içsel bir çatışma yürütüyorlarsa, psikoterapistler terapide kendi profesyonel alanlarına komşu başka alanlara doğru bir sınır ihlali tehlikesiyle karşı karşıya gelmiyorlar mı? Eğer hastalarına bu konularda tavsiyelerde bulunuyorlarsa, onlara daha iyi bir hayat yaşamaları için değer yargıları ve ahlak sunarak yardım eden seküler din adamları olmaya başlamıyorlar mı? Bilim insanlarının en yüksek saygıyı gördükleri bir dünyada, davranış bilimci de kaçınılmaz olarak ahlaki otoritenin en önemli kaynağı olarak değerlendirilmeye başlanabilir. Burada öne çıkan soru, kim hayatın anlamı ya da uygun dünya görüşünün ne olduğunu söyleme ya da iddia etme yetisi ve hakkına sahiptir?
Bu tür sorularla, psikoterapinin kendi profesyonel alanı olarak durmaksızın titizlendiği ‘bozukluk tedavisi çerçevesi’ aşılmış oluyor ve değer sorunu çerçevesinde başka bir soru gündeme geliyor; psikoterapi psikolojik bozukluk tanımının çizdiği terapi çerçevesini aşabilir mi, aşmalı mı ve eğer aşarsa terapötik olarak zorunlu olan ‘değerler nesnelliği’ yasağına toslamış olmuyor mu? Terapistler hastalarının ruhsal yoksunluk ve acılarıyla ya da dünya görüşleriyle ilgili yönlerini kaybetmiş olmalarıyla yüzleştiklerinde terapinin çizilmiş çerçevesini ortadan kaldırmaya zorlanmış olmuyorlar mı? Ya da bu terapistin yetenek ve becerilerini doğal olarak aşan bir durum değil mi? Psikoterapi kendi sınırlarına bu kadar saygı duyulmasını isterken kendisi de felsefe, teoloji gibi alanların sınırlarını ihlal etmiş olmuyor mu?
Psikoterapi bugün bu anlamda bir dilemma içinde bulunmaktadır. Birçok bilimsel çalışma hastanın sahip olduğu değerlerin terapistlerininki yönünde değiştiğini ve bununla birlikte sözü edilen değerlerin psikoterapiye dahil olmaya başladığını göstermektedir. Hastalar terapistleri kendi dünya görüşleri ve onlarla ilgili sorunlarıyla yüzleştirdikçe, terapistler de bu konuda görüş bildirmeye zorlanmaktadır.
Diğer yanda etik bir zorunluluk olarak terapistin kendi dünya görüşünü empoze etmekten kaçınması gerekliliği durmaktadır. Psikoterapide değer yargılarının empoze edilmesi tehlikesiyle mantıklı ve pragmatik olarak nasıl başa çıkılır ve bu arada değerlerden bağımsız bilimsel bir nesnellik mitosu ne kadar gerçekçidir? Çok pratik başka bir soru da şudur: psikoterapistler eğitimleri sırasında bu soruları yanıtlayabilecek bir bilgilendirmeyi ne kadar alıyorlar ya da alıyorlar mı? Bu sorularla hesaplaşabilmek ancak ve ancak mana, özgürlük, sorumluluk, değer ve sonluluk kavramlarıyla yoğun bir uğraşı sonucu mümkündür.
Bilimsel esasa dayanan hiçbir psikoterapi ekolünde özgürlük, sorumluluk veya mana ile ilgili konseptler bulunmaz, çünkü bu fenomenler deneysel olarak çalışılamazlar. Bu konseptten yoksun bir psikoterapi de maalesef günümüz insanının ruhsal ihtiyacı, yoksunlukları karşısında çaresiz kalmaktan kurtulamaz. O halde psikoterapi bu haliyle insana gerçek insan oluşu içinde hakkıyla ne kadar karşılık verebilir, kuşkuludur.
Bu varoluşsal soruların hakkıyla gözetildiği, psikolojik indirgemecilikten kaçınan psikoterapi ekolleri 20. yüzyılda gelişmemiştir. Bu sorulara yanıt arama konusunda en çok çaba gösterenler Binswanger’in Daseinsanaliz’i, Viktor Frankl’ın logoterapisi ve belki biraz da Irving Yalom’un varoluşsal psikoterapisi olmuştur. Bu üç yönelimin çabası da insanı bütünlüğü içinde değerlendirebilmektir. Ama her üçü de kendi başına bir psikoterapi ekolü olmaktan çok, var olan psikoterapi ekollerinin tamamlayıcısı işlevini üstlenmişlerdir. Bu mütevaziliklerine rağmen ya da tam da bu yüzden gerekli ve hak ettikleri ilgiyi pek de görmemişlerdir.
Yalom her fırsatta, varoluşsal psikoterapinin kendi başına bir terapi ekolü olarak görülmemesi gerektiğini ama bütün terapistlerin varoluşsal sorular için gerekli duyarlılığı geliştirmeleri ve terapilerinde göz önünde bulundurmaları gerektiğini söylemiştir. Bu nedenle varoluşsal psikoterapinin, logoterapinin ya da Daseinsanalizin ayrı bir ekol olarak eğitimlerinin açılmasından çok bilimsel olarak etkinlikleri gösterilmiş terapi ekollerinin eğitimlerinin içine söz konusu varoluş ve insan oluşla ilgili soruların yerleştirilmesi daha doğru olur. Bu durumda karşımıza daha önemli bir sorun çıkmaktadır. Bu sorularla yüzleşebilmelerini ve bunu başarabilmelerini sağlayacak yetenek, beceri ve bilginin terapistlere kazandırılması konusu.
İşte bu nedenle psikoterapi felsefe, sosyoloji, antropoloji ve edebiyat gibi konuların da göz ardı edilmemesi gereken bir alan olarak yeniden tanımlanmayı beklemektedir.