MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
Birbiri peşisıra dizilen vadilerin izinden kıvrıla kıvrıla giden yolda koşar adım ilerlerken rastladığım Tevfik Toksoy, “Geçilemiyor. İmkansız” dedi. Telaş ve endişe içindeydi.
Aynı yere ulaşmaya çalışıyorduk; bir evin çöktüğünü duymuştuk ve ablamla evden fırlamıştık. Yol üstüne inmiş, cıvımış toprağı zor bela aşabilmiştik.
Hopa’yı iki saat içinde bildiğimiz tarihinin en feci felaketine sürükleyen yağmur sabah 10 gibi başlamış, fakat görülmedik şiddetine 11’e doğru ulaşmıştı. Ablamların Orta Hopa Mahallesi’ndeki evinin aşağısındaki dere 15 dakika içinde taşma noktasına gelmişti.
Sıkı yağmur Hopalıların alışık olmadığı bir şey değildi. Derelerin taşması da.
Çıktım. Durumu görmek istiyordum. Derenin kenarındaki bakkal Yavuz, yukarıdan gelen suyun dereye ulaşmasına engel olan 10 santimetre yüksekliğindeki bir parça betonu çekiç ve murçla kırmaya çalışıyordu. Dükkanı su basmasını önlemek için o da telaş içindeydi.
Dere boyunca uzanan yoldan yukarı doğru yürürdüm. Kabaran su hızla, hiddetle hoyratça akıyordu. Özellikle son 20-30 yılda devletin ve Hopalıların dereye ve tabiata yaptığı hoyratça muamelenin acısını çıkartırcasına.
Aşağıdaki bu yoldan yukarıdaki, zamanında Rusların yaptığı, daha sonra Tevfik’e rastlayacağım eski Kemalpaşa-Sarp yoluna çıkıp yürümeye başladım. Yazın suları azalan ve güzel bir dönemecin iki yakasında yolun kenarına düşen iki şelalenin bana yakın olanı, suyla birlikte havalanan çamuru net olarak görebileceğiniz şekilde, şiddetle yolu dövüyor, sonra geniş bir şelale yaparak yolun altındaki daracık vadiye akıyordu…
Yürüyerek geçilebilir değildi, beni bir topak toprak gibi önüne katardı kesinlikle; ama arabayla da geçilebilir görünmüyordu, onu da aynı akıbete iterdi.
Geri dönüp daha aşağıda bir yerdeki merdivenlerden evin altındaki dereye indim. Yola bağlanan küçük beton köprüye birkaç metre kala neredeyse göğsüme kadar suya gömüldüm.
Daha fenası, neredeyse az eğimli bir şelale haline gelmiş suyun taşıyıp orda biriktirdiği çamura saplanıp kaldım. Zorlukla sağ bacağımı, daha büyük zorlukla da daha çok batmış sol bacağımı çıkardım. Çamur da sol ayağımdaki sandaleti çıkarmıştı.
Karşı tarafta yol kalmamıştı, her yerden dere akıyordu, zaten alçak yapılmış köprülerin üstünden aşmış, Yavuz’un bakkalını da basmıştı. Arabalar yarıya kadar suyun içindeydi. Yukarı doğru yürüdüm. Suyun henüz çıkmadığı küçük bir kaldırım dibinde karşıma güzel bir balık çıktı. Eğilip baktım, solungaçları açılıp kapanıyordu. Alıp suya attım, şans diledim.
Devlet Su İşleri beş on yıl önce Hopa’nın derelerini ıslah etmişti. Bu ıslahat dünyanın en aptalca ve en gaddarca işlerinden biriydi. Dere tabanını betonla kaplamışlar, yanlarına duvar çekmişler, duvarları üzerine dikenli tel döşemişler ve bunların bazı yerlerine de DSİ imzalı uyarı levhaları asmışlardı: “Dere yatağına inmek tehlikeli ve yasaktır!”
Bir de o azan dereler ve masum balıklar uyarıyı dikkate alsa tamamdı.
Bu ahmakça işi kapanları şüphesiz zengin etmiş bu ıslahat betonlaması, suyun torprakla bütün irtibatını kesmiş, dereleri bir kanal derekesine düşürmüştü. Bu kanalların suyun akış şiddetini ne kadar artırdığını DSİ mühendisleri bir hesab etsin artık.
Üstelik, DSİ bu ıslahat betonlamasını yaparken Hopalılar uyarmıştı: “Derenin yatağını bu kadar daraltmayın. Küçük gründüğüne bakmayın, bu dereler buranın yağmuruyla tarifsiz büyür, sizin hesabınıza ve kanalınıza sığmaz.”
İşte bu turdan dönünce bir evin çöktüğünü duyup çıkmıştık. Küçük yer, herkes birbirini tanır ve birinin felaketi herkesin felaketi haline gelir kolayca. Tevfik’e rastladığımız zaman yağmur yine şiddetlenmişti. Ablamı bir evin önünde bırkıp devam ettim. Yolun karşı yamacındaki devamında iki kişi asabi el kol hareketleriyle bana sesleniyordu. Zar zor duyduğum bu feryatlar “Dozer getirin, dozer getirin” diyordu.
Geri döndüm. Birkaç yerde heyelanla kapanmış yolu açmaları için biz de zaten tanıdıklara telefon açıp belediyeyi aramalarını söylemiştik. Ablamı bıraktığım eve varayazmışken ben de herkese sirayet eden o asabiyetle seslendim: “Nerede bu dozerler, aramamışlar mı?” Birçok kimse defalarca aramıştı ama…
Çok geçmeden öğrendik ki belediyenin iki dozerinden biri çamura saplanmıştı… Hiçbir belediyenin altından kalkamayacağı bir sorunla karşı karşıyaydık. Belediye hoparlöründen bir gece önce meteorolojinin şiddetli yağmur uyarısı duyurulmuş ve hazırlıklı olunması istenmişti, fakat anlaşılan belediyenin kendisi yeterince hazırlanmamış, en azından özel kişilerin/şirketlerin elindeki iş makinelerini ayarlamamıştı. AKUT’un kurtarma ekibini taşıyan araç da kendini bir o yola bir bu yola vurmuş, çöken eve üç saat kadar sonra ancak ulaşabilmişti.
Ben karşılaştığım üç beş kişiyle birlikte önce dimdik bir tali yolu sonra da merdivenleri tırmanarak anayola çıkmış ve birkaç heyelanı geçerek o trajedi evine ulaşmıştım. Yolun biraz yukarısında bulunan üç katlı evin arkasındaki çayla kaplı yamaç daha yukarıdaki evin neredeyse tam dibinden kopmuş, suya doyup iyice cıvıklaşan toprak kayıp eve attırmış ve kırmıştı. Evin tavanı ters dönmüş, yekpare şekilde yolun üstüne düşmüştü.
Varır varmaz tekrar Tevfik’i gördüm. Mavi gözleriyle ağlıyordu. “Bizim gelin de ölmüş” dedi. “Dün akşam hep beraberdik. Ne güzel gülmüş, ne güzel eğlenmiştik.” Ana, baba ve kızları ölmüştü.
Neden sonra bir dozer geldi; ölenleri çıkarma ve enkaz kaldırma çalışması başladı. Geldiğim yoldan döndüm. Gördüğüm bütün yamaçlarda irili ufaklı heyelanlar vardı. Daha doğudaki Kanlıdere köyünde de yıkım vardı ve bir ev göçmüş, iki kişi ölmüştü.
Biraz soluklanıp bütün Hopa’nın ve Hopalıların üzerine çöken her tür kara bulutu sırtlamış olarak bu kez arabayla şehrin batısındaki mahallelere ve köylere doğru yola koyulduk. Bütün bodrum katları suyla doluydu, zemin katları su basmıştı, yollar balçıktı. Denize yaklaştıkça iyice yükselen duvarlarını ve kıyıdaki köprüyü aşan Sundura Deresi, dünya kadar çer çöpü caddelere yayıp birazcık çekilmişti.
Konutların yoğun olduğu Sundura Mahallesi’nin birçok sokağı su altındaydı. TIR garajı göl olmuş, araçların tavanları ancak görünüyordu. Sundura Deresi boyunca uzanan ve Artvin’e giden yol bir yerden sonra işlemez durumdaydı. O geniş vadinin iki yanındaki yamaçlarda sayısız heyelan bariz şekilde görülebiliyordu.
Yoldere köyü büyük hasar görmüştü, oradan ‘ulaşılan’ Başoba köyünün yolu heyelanla kapanmıştı, ulaşılamıyordu. Koyuncular köyüne ulaşılamıyordu. Daha batıda Kıse (Sugören) ve Peronit (Çamlıköy) köylerinde insanlar evlerinde mahsur kalmıştı ama konutlarda sorun yoktu… Hiçbir yerde toprak kendini tutamıyordu.
Akşam evde, mum ve kafa lambası ışığında, üç beş yakın akraba oturmuş Hopa’nın başına gelen bu felaketi konuşuyoruz. En gencinden en yaşlısına herkes, böyle bir yağmur görmediğinde hemfikir. Bir akrabam, 80 yıl kadar önce benzer bir felaket yaşandığını ve halasıyla babaannesinin göçen bir evin içinde öldüğünü söyledi. Aramızdaki en yaşlı kişi, 89 yaşındaki Zehra Teksoy (yani, neredeyse bütün Hopa’nın Zera Babanne’si) o olayı hatırlıyor. O zaman 14 yaşındaymış, yani 75 yıl önce.
Ama Zera 75 yıl önceki felaketin bugünkünün yanında hafif kaldığını söylüyor. “Bu kıyamet gibi bir şey” diyor, “Her yerde toprak akıyor. Hopa böyle şey görmedi.”