ORHAN TEKELİOĞLU
Bir sürü dizinin temaşayla tanıtılıp reytinglerde az biraz tökezlediğinde ekranlara veda etmesine öylesine alıştık ki bunun nasıl bir krize işaret ettiğinin önemini bile fark edemez olduk.
Bu konuda fikir yürütenlere, yazıp çizenlere bakarsak meselenin aslı yeni hikayeler üretilememesinde.
Aslında hem haklı, hem de haksız bir eleştiri bu. Çünkü, Türkiye gibi toplumsal dinamikleri, elit formasyonları, sınıf ilişkileri sürekli değişen, şehirleri hızla metropolleşen, insanların günbegün yeni, eski kimlikleriyle yüzleştirildiği bir ülkede yeni hikayelerin tahayyül edilemediğini, yazılamadığını söylemek pek de mümkün olmasa gerek.
Peki, sorun nerede, senaristlerin muhayyilesine, imgelemine kim ket vuruyor?
Tabii ki bir yanda, tutan ya da kalıcı olan dizilerin bildik, denenmiş hikayeleri ve öte yanda, senaryoların üstünde demoklesin kılıcı gibi sallanan ve oto sansürü tetikleyen muhtemel RTÜK cezaları. İşte bu aşamada Güney Kore dizileri, daha doğrusu ‘uyarlamaları‘ giriyor son zamanlarda devreye. Hele bir de, Kiralık Aşk gibi uyarlamalar çok başarılı olunca ve bu dizilerdeki ahlakî kodların bize benzediği varsayımı da kabul görünce, birbiri ardına böyle projeler ekrana gelmeye başladı.
Furyanın son halkası
Bu furyanın son halkası, henüz Kanal D’de başlayan Hayat Şarkısı oldu ve ilk bölüm, oldukça zayıf bir izlenme (dört civarında) oranıyla ekrandaki serüvenine başladı. Tutar, tutmaz orasını bilemem ama, dizinin ‘uyarlanma’ sürecinde ciddî sorunlar olduğu izlenimi edindim. Çünkü ‘uyarlanma’, sağlam çatılması gereken bir sosyolojik ön-çalışmaya ihtiyaç gösterir ki diziyi izledikten sonra bu meselenin senaryo aşamasında pek de önemsenmediğini düşünmeden edemedim.
Neticede, ekran başına geçip, görsel bir hikayeleme tekniğiyle bize sunulan bir anlatıya bakar ve ilk elde, sahici, inandırıcı olup olmadığına dair bir karar veririz, değil mi? O hâlde, hemen hikayenin arkaplanında çok önemli bir yer tutan o köye, o köydeki ilişkilerin bize gerçek görünüp görünmediğine bir bakalım.
Orası ne menem bir köydür ki, küçük bir kız çocuğu şehirden gelen yeniyetme oğlanı görür görmez, “Seninle evleneceğim!” diye bağırmaya başlayıp tüm gece misafir oldukları evin önünde karargâh kurup (annesi, babası nerededir bu kız diye hiç endişelenmez mesela!) oğlanla geleceklerine dair hayaller kurabilir; bu da yetmez, ertesi gün, ablasıyla evlendirilmesine karar verildiğini öğrendiğinde, ortalığı velvele vermeye devam eder, şehirden gelen Bayram’ın arabasının camını kırar?
Zaten, oğlanla kızın evlendirilmesine karar verilmesi hikayesi, bir başka kültürel sakalet örneği. Neymiş? Şehre giden, belki de (detayını tam olarak bilemiyoruz) kan kardeşinin (Salih) malına, mülküne el koyduğundan zengin olan ve dizinin bence en yıldız oyuncusu olan Ahmet Mümtaz Taylan’ın canlandırdığı Bayram’ın en büyük günahı, kan kardeşinin karısının ilk ve asla unutamadığı aşkı olmasıdır. Bayram, Salih’in zor durumda olduğunu öğrenince, yıllar sonra köyüne, yanına küçük oğlunu da alarak gitmeye karar verir, niyeti Salih’i içinde bulunduğu ekonomik zorluktan kurtarmaktır. Salih, aradan çok zaman geçmiş, âşık olduğu kadınla evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış da olsa, karısının Bayram’ı asla unutamadığını bilmekte, karısına şiddet uygulamakta, üstelik iş hayatında başarısız (mallarına haczedildiğini görürüz), ezik, fakir bir demir ustası olarak hayatını sürdürmektedir. Yıllar sonra karşılaştıklarında, Bayram’ın yanında getirdiği bir çanta parayı sadece reddetmekle kalmaz, içindeki tüm kırgınlıkları da anlatarak, Bayram’a bu işin (küslüğün) öyle parayla, pulla onarılamayacağını söyler ve yanından ayrılır. Eve gider, karısını bir posta daha döver.
‘Paramı almıyorsun, bari oğlumu al!’
Buraya kadar ‘inandırıcılık’ta bir sorun yok zaten. Gururlu ama ezik bir erkek karakterdir, olabilir diyelim. Ya sonrası? Ertesi gün, tekrar Salih’in yanına gelir Bayram. Tamam der, paramı almıyorsun ama, bak yanımda oğlum, onunla seni kızı ilerde evlendirmek (‘Paramı almıyorsun, bari oğlumu al!’ demeye çalışıyor herhâlde?) üzere sözleşelim. Böylece, şu senin fakir kızın hayatı kurtulacaktır!
Ve Salih, tüm maddî sorunlarından kurtulmasına çare olabilecek para teklifini ‘uygunsuz’ bulan, Bayram’ı refüze eden adam, ‘Kızın oğlumla evlensin’ teklifini, şaşıracaksınız ama, uygun bulur. Belki, Güney Kore kültüründe mümkün olabilir böyle bir akıl yürütme ama, Türkiye için böyle bir mantık, ne yazık ki bana hiç inandırıcı gelmiyor.
Senaryodaki tuhaflık, küçük kızın (Hülya), yıllar sonra, içten içe asla rıza göstermese de, babasının arzusu hilafına, tıpış tıpış kızı istemeye giden Kerim’i ablasıyla evlendirmeme planı yaparken zirve yapar. Hülya, öylesine kötücül birisine dönüşmüştür ki, daha sonraki sahnelerde anlayacağımız üzere, onu koruyup kolladığı aşikâr ablasının evlenmesine engel olmak için şeytanî bir planı devreye sokar. Yıllardır ona âşık ve biraz da yarı-akıllı olduğu anlaşılan babasının çırağının aklını çeler, onu iyice sarhoş edip ablasının odasına sokar ve gelince tecavüz etmesi yönünde cesaretlendirir. Kız eve gelip çırakla odada karşılaştığında ise ortalığı birbirine katmaya başlar, o esnada bahçede sohbet eden babası ve Bayram’ın yanlarına koşup eve bir erkeğin girdiğini söyler. Babası ve Bayram odada çırakla kızı bir arada yakaladıklarında, ortalığı daha da kızıştırmak için, öyle bir şey olmamasına rağmen ablasının tecavüze uğradığı çığlık çığlığa bağırır. Baba ve Bayram bir hışım çırağı döverken babası heyecanlanır, kalp krizi geçirir ve ölüverir.
Karşılığı yok
Tüm bu olanlara rağmen Hülya, dolaylı da olsa babasının ölümüne neden olduğuna üzülecek, aklını bu işlerden uzaklaştıracak bir evlat olmak bir yana, yeni durumu kullanarak hemen başka bir planı devreye sokar. Hülya, kan kardeşinin gözünün önünde ölümüne şahit olan, derin bir hüzne boğulan ve cenazeye katıldıktan sonra İstanbul’a dönmeden, veda etmek için yanına gelen Bayram’ın aklını karıştırabilek sözleri çoktan hazırlamıştır. Ablasının artık ‘kirlendiğini’, ama eğer Bayram’da uygun görürse, ablası yerine kendinin oğluyla evlenebileceği ima eden sözler. Kafası iyice karışan Bayram, o gece durumu kendi içinde tekrar değerlendirir, kızın ‘tuzağına’ düşer ve oğlunun tüm itirazlarına rağmen, kızın ‘yer değiştirme’ fikrini kabul eder! Hülya ile Kerim’in acilen evlenmelerine karar verilir.
Web sitesindeki bilgilerden anlaşılacağı üzere hikaye, günümüz Mudanya’sının bir köyündeki fakir ve günümüz İstanbul’unun mutena bir semtinde, zengin bir aileye mensup insanlar arasında geçiyor. Orijinal senaryo elimizde yok belki ama, bana sorarsanız, böylesi ilişkilerin ‘ortalama’ Türkiye insan davranışlarında bir karşılığı yok. İnandırıcı olmuyor, ‘sahici’ görünmüyor bu denli kötü bir evlat, bu denli fettan bir kadın. Ve onun karşısında, bu denli safdil bir Bayram ve onun bir o kadar ‘ezik’ erkek evladı.
Anlıyorum, orijinaline sadık kalınmaya çalışılıyor, Kore’de böyle durumlar oluyor ya da olabilmekte. Yine de, ismiyle müsemma, bir ‘uyarlama’ bu. Gösterildiği kültürü unutma, önemsememe lüksü yok. Örnekler o kadar çok ki: Iskalarsın, izleyici de seni ıskalar.