FARİS KUSEYRİ*
Bir şairle tanışmanın okur veya hevesli şair namzedi için büyük bir heyecan kaynağı olduğunu bilmekle beraber, bu tanışmaların yarattığı hayal kırıklıklarına defalarca şahit olmanın bahtsızlığını yaşadım. Şairi bir Orpheus, yarı meczup yarı yalvaç bir ‘haberci’, kendi gönlümüzü ve aklımızı bizden daha iyi tanıyan bir ‘bilici’ gibi görme eğilimi özellikle tecrübesiz şiir okurlarında çok görülen bir arazdır.
Sonra ‘bir gün’ onunla tanışırsınız. Hayallerinizdeki kartal uçuşlu şamanın sizin gibi bir fani, günlük dertleriyle uğraşan bir insancık olduğunu anladığınızda büyük bir şaşkınlık yaşarsınız. Şairi böylesine aşkınlaştırdığınız her durumda bu kaçınılmazdır. Ama biraz daha mutedil bir beklentiyi bile boşa çıkarmak sadece şair için değil, her fani için işten bile değil. Ben Refik Durbaş’ı bu hayal kırıklığı ikliminin dışında tutuyorum. Onunla tanışan her kişinin -şiirini bilmek kaydıyla- onu uzun zamandır tanıdığı izlenimini edinmesinin temel nedeni üzerinde düşünmek gerek.
Refik Durbaş’la Antalya’da Altın Portakal günlerinde tanıştığımda hiçbir gönül sarsıntısı geçirmedim. Şiirini çok iyi tanıyordum, ‘şiirindeki’ gibi bir şairle karşılaştım. Şairi iyi tanıdığını fısıldayan bu sahici his, Refik Durbaş’ın şiirini de samimi kılan damardan besleniyor. Yazdığı gibi duru yaşayan, şiiri gibi konuşan, sözcüklere efendi değil arkadaş olmayı seçmiş bir insan, bir şairdi Durbaş. Hayattan, hayatından beslenen bir şiir yazmakla yetinmedi, hayatı da besleyen bir şiir yazdı. Metninden kendisine, kendisinden metnine taşınan sıcaklık, şair ile eserini aydınlık bir yazı ufkunda birleştirdi.
Kalem alıştırması yapanlar da yazı ehli de bir ölümün ardından yazmanın ne kadar zor olduğunu bilir. Aslında ölümden hemen sonra yazılanları okumak da güçtür. Ağır hastalık dönemlerinde bile gülümsemeye, hatırlamaya, çalışmaya inanan Refik Durbaş’ın öldüğüne inanmak ve onun hakkında yazmak da son derece güç bir iş. Refik Durbaş’ı da elbette her kıymetli şair gibi eseriyle hatırlamak gerekiyor. Ama ben bu kısa yazıda eserlerini sadece kütüphaneme değil, ezberime yerleştirdiğim Refik Durbaş’ı bir ‘abi’ saymamın mutluluğundan kısaca söz açmakla yetineceğim. Durbaş’ın şiir tarihimizdeki yerini yazmak için, herhalde, daha başka zamanlarımız, fırsatlarımız olacaktır. Zaten bunu şair henüz hayattayken layıkıyla yapanlar da olmuştur. Sadece birkaç değiniyle yetinip bu önemli görevi ertelemek istiyorum.
Kasap çırağı tipli, bıçkın çocuk
Durbaş, görünmeyen ama varlığından ihtiyaç ve karşılaşma anlarında emin olabileceğimiz halk kitlelerini şiire taşımasıyla hatırlanacak. Bir zamanlar işportacılık yapmış, sandalyesiz ayaküstü meyhanelerinde şaraplarına afyon katan faytoncularla arkadaşlık etmiş, karanlık tekstil işliklerinde yarı yevmiye için günde on dört saat çalışarak ömrünü tüketen genç kızlarla konuşmuş ve bu görünmeyenlerin, ezilmişlerin şiirini onlardan biri gibi değil, onlardan biri olarak yazmıştır Refik Durbaş. Bir konuşmasında Memet Fuat onun için “Bu kasap çırağı gibi duran, bıçkın Anadolu çocuğu bu duygulu, duyarlı şiirleri nasıl yazıyor diye de şaşırdım doğrusu” diye boşuna dememişti.
Dahası bedel ödeyen şairlerin yanında olmayı bir sorumluluk saydı Durbaş. Ahmed Arif ve İlhami Bekir Tez gibi gadre uğramışların yanındaydı; onların kardeşi, dostu oldu. Onlar için ve onlarla birlikte kitaplar yazdı. ‘Şair Cezaevi Kapısında’ adlı eserinde yolu cezaevine düşmüş ama isimleri genel bir meşruiyet kazanmış ünlü isimleri anmakla kalmadı; kimisi lanetlenmiş, adları unutturulmaya çalışılan militan eylemlikle anılan şairleri de unutmadı. Mehmet Çetin’i, Mecit Ünal’ı, Soysal Ekinci’yi, Fadıl Öztürk’ü, Ersin Ergün’ü, Namık Kuyumcu’yu hatırladı, hatırlattı.
TİP’le ilişkisini de “İşçiydim, işçi çocuğuydum, herhalde TİP’e kaydolacaktım” diye anlattı. Büyük iddialarla değil ama öyle olması gerektiğine inandığı için; geniş okuma ve literatür artalanlarıyla değil, sahada, sokakta ve yürekte…
Şiire de bakışı onu olağanlaştırma üzerine kuruluydu. En çok bilinen şiirlerinden birini nasıl yazdığını sorduğumda biraz da “Abartma birader” dercesine mealen şu cevabı verdiğini anımsıyorum. “Formayı tamamlamak için bir sayfa eksik kalmıştı, yayıncının masasının köşesinde yazıverdim.” İşte bu kadar! Bunu ne kendini ve müthiş şiir yeteneğini övmek ne de şiiri değersizleştirmek için söylemişti Durbaş. Öyle olmuştu, öyle anlattı. Sohbeti müthiş keyifli olmakla beraber gençleri dinlemeyi çok sevdiğini belli ediyordu. Bilmiyorum hâlâ genç sayılır mıyım ama Refik Durbaş’la sohbetlerimizde “Biraz da sen anlat” dediğini çok duymuşumdur.
Bende kalan şair
Eğer Refik Durbaş’ı okumak isteyenlere haksızlık sayılmayacaksa bir küçük hatıradan daha söz açmak isterim. 2014’te ilk kitabım çıktıktan sonra Kadıköy’de Refik Abi’yle buluştuk. Bana nasihat makamından değil ama tecrübeye binaen tertemiz uyarılarda bulundu. Şairi merak eden şiir gönüldeşlerine onu biraz daha iyi tanıtabileceği umuduyla aktarayım.
Yazarken gülümsemekten kendimi alamadığım ilk önerisi şu oldu: “Kitaplarınızı Beşiktaş-Kadıköy vapurunda bitirecek kadar kısa tutun.” Bu önerinin üzerinde düşünme fırsatım oldu, bazen şaire hak vermediğim de… Bir de “Otuz beş yaşında bir şair -o günlerde otuş beş yaşlarındaydım- pek çok şiir kitabı çıkarmış, önemli eserlerini vermiş olmalıdır” dediği kalmış aklımda. Beni kınamıyordu ‘şair abi’ ama ‘işleri’ biraz hızlandırmamı öneriyordu.
Enver Ercan’ın vefatıyla beraber güzel bir hatıra olarak hatırlamakla yetindiğimiz Yasakmeyve dergisi; Şeref Bilsel’le benden bir Refik Durbaş söyleşisi istediğinde ne kadar heyecanlandığımı da unutamam. Bilsel’le günlerce çalışıp Refik Durbaş’a sorulacak soruları hazırladık. Birkaç oturumda tamamladığımız bu söyleşide Refik Durbaş’ın çocuksu taraflarına bir kez daha hayranlık ve şaşkınlıkla baktım.
Her soruya zihnini neredeyse hiç zorlamadan, berrak ve ayrıntılı cevaplar veriyordu. Türkülerle ilgili bir soru sordum, türküleri çok sevdiğini söyledi. Ardından şunları ekledi “Halk şiiri doğal olarak büyük bir zenginlik. Şiirime de büyük katkısı olmuştur. Behçet Necatigil, benim için ‘Arkaik sözcükleri kullandı’ der; doğrudur. Ece Ayhan ‘Ortodoksluklar’da yer alan bir şiirinde ‘karaşın’ sözcüğünü kullanır. Karaşın, kara gibi… Sarıdan ‘-şın’ ekinden ‘sarışın’ türediği gibi ‘kara’dan da ‘karaşın’ olmuş… Bu sözcük Yunus Emre’de geçer. Bir gün sormuştum, ‘Bu sözcüğü Yunus’tan mı aldın?’ diye, ‘Yok’ demişti, ‘Yakup Kadri’nin Nur Baba romanında geçer, oradan aldım.’‘Karaşın’ı sonra sen de kullandın Faris, Nedim Gürsel de.”
Aynen böyle söyledi. Zihninden, zorlanmadan… ‘Bir ilk kitabı’ okumuştu, kitaptaki bir kelime tercihine dikkat çekiyordu. Kitabım çıktığında muhtemelen ilk değerlendirme yazısını da Durbaş yazdı. Daha sonra bu yazıyı ‘Red Yazıları ‘adını verdiği kitabına da aldı. Şairin kitabımı okuduğunu, onu değerlendirdiği görmek beni gönendirmişti.
Söyleşi için son buluşmalarımızın birinde evine çok yakın bir parka gittiğimizi, güneşli bir bahar gününü sohbetle, şiirle geçirdiğimizi bugün sevinerek anımsıyorum. Bu söyleşide Refik Durbaş’ın Cemal Süreya’dan ‘Papirüs’ marifetiyle aldığı ilk telif ücretini köfte, piyaz ve şaraba yatırdığını; çok ünlü ‘Barış Koyun Çocukların Adını’ şiirini Asım Bezirci’nin ricasıyla yazdığını; ilk kitabı Kuş Tufanı’nın zor yıllarda Sait Maden, Halil İbrahim Bahar, Bekir Yıldız ve Kemal Özer’in çabalarıyla çıktığını hatta kitabın adını Kemal Özer’in koyduğunu; gazeteciliğini ve Doğan Hızlan, Konur Ertop, Adnan Özyalçıner, Atilla Özkırımlı, Mustafa Baydar ile ilişkisini; çıkardığı dergileri; Joan Baez’in onu nasıl sahneye çağırdığını; gençliğinde şiirlerini Yeni Harman ve Yenice paketlerine yazdığını ama şimdi cebinde mutlaka küçük bir defter taşıdığını; üç filmde küçük rollerde oynayıp Şerif Gören’in yönettiği, İbrahim Tatlıses’in başrolde olduğu ‘Alişan’ filminin tema müziğinin ‘Sevda Ne Yana Düşer’ yani ‘Çırak Aranıyor’ olduğunu; zamanın bakanı Mehmet Keçeciler’in bir törende kravat takmadığı için onu çalıştığı Cumhuriyet gazetesinin yayın yönetmeni Hasan Cemal’e şikâyet ettiğini; Can Yücel ve Erdal Alova’yla birlikte ‘şiir grevi’ni nasıl örgütlediklerini; daha pek çok eğlenceli, acı, tarihsel ânı, hatırayı tatlı tatlı, büyütmeden anlattığını dün gibi hatırlıyorum. Darbelerin yarattığı acılı günleri anlatırken dahi yedeğinde umudu tuttuğunu ise unutmam zaten mümkün değil.
Çocuk gibi bir çocuk kitapları yazarı
Katılımcı değil ama gözlemci olarak Refik Durbaş’ın son dönemde yayımlanmış ve yaygın biyografilerinde hiç anılmayan çocuk kitaplarının da hazırlanmasına safha safha şahit olduğumu söylemek isterim. Ebru (Akkaş Kuseyri), son yıllarda yayımlanan pek çok çocuk kitabının hazırlanmasında Refik Durbaş’la birlikte çalıştı. ‘Nar Düştü Kar Üstüne’ galiba birlikte çalıştıkları ilk kitap oldu. ‘Kurabiye Ev’, ‘Kar Üstünde Beyaz Bulut’, ‘Bez Bebekle Kuklası’ kitaplarını; ‘Yaramaz Şiirler’, ‘Efsaneler Kenti İstanbul’, ‘Zuzu ve Kardan Adam Üşüyor’ kitapları takip etti.
Durbaş kitaplarını önce küçücük defterlere yazıyor, ardından editörüyle sık sık buluşup kitabı birlikte örüyorlardı. Bu kitaplar için Durbaş’ın özel bir heyecan duyduğunu da söylemem gerekiyor. Bir şair olarak daima övülen, gazeteciliği ile beğeni toplayan Durbaş’ın çocuk edebiyatına verdiği katkının yeterince fark edilmediğinden yakındığını da hatırlıyorum.
Refik Abi için serinkanlı bir yazı yazmaya kalkışmanın yersiz olacağını biliyordum. Ölümlerden hemen sonra yazılan yazıların kaderi biraz da budur, tahmin edileceği üzere. Daha çok incelenecek, hakkında tezler, kitaplar yazılacaktır kuşkusuz şair Durbaş’ın.
Bu işi bundan önce layıkıyla yapanlar baş üstüne ama bundan sonra bu işe soyunacaklara veya sadece Refik Durbaş şiiri okumak isteyenlere küçük bir hatırlatmam olacak. Kapaktaki mahcup gülümsemesiyle sizi karşılayan bu şair acıyı anlattı, ezileni, horlananı; aşkı ve terk edilmeyi anlattı, tutkuyu, hasreti; kavgayı anlattı, direnişi, mahpusu… Neyi anlatırsa anlatsın şiirin göğüs kafesinde soludu sözü. Daima gerçek olmanın gücüyle.
* Şair. ‘Orontes Mensurları’nın yazarı, Maya Angelou’nun ‘Kafesteki Kuşun Şarkısı’ kitabının çevirmeni.