7 Haziran öncesi ‘kutuplaşma’ zirvedeyken gemiyi terk etmeye başlayan konsensüscü zevat seçim sonuçlarına bakarak erken bir “milli mutabakat hükümeti” talep etmeye başladı. Sermayenin farklı renkleri kervana katıldı ve AKP’yi içine alan bir koalisyon için zemin yokladı. Fakat Saray’ın “mutabakat” yerine sopayla tekrar seçimi dayatacak gücü karşısında konsensüscüler geri adım atıverdi. 1 Kasım sonrası halka methiyeler düzenleyen öfkelenenleri birleştiren nokta “istikrar”dı.
Darbe girişimi, “konsensüs” arama ihtiyacı duymayan Saray-AKP bloku’nun taktiğini mecburen değiştirdi. 7 Haziran’da “gereksiz” bulunan “milli mutabakat” da 15 Temmuz sonrası bir “demokrasi zaferi” olarak sunuluverdi. Şimdilerde iktidara, muhalefete her şey “mutabakatı” hatırlatıyor.
Ülkenin korkunç bir darbeyle karşılaştığı günler sonrasında darbeye bulaşanlarla mücadeleye destek vermenin yanlış bir tarafı yok ancak “milli mutabakat” adı altında iktidarın siyasi projelerine alet olmak, onun dilini konuşmak, onun görme dediğini görmemek demokrasi değil daha fazla otoriterlik getirir beraberinde.
Sadece barış istedi diye işine son verilen akademisyeni, yazarı görmemek; Tahir Elçi cinayetinden yolsuzluk dosyalarına her suçu “geçmişte bırakmak”; eleştiri yazısından cumhurbaşkanına hakaret çıkaranlara tepki vermemek tam da bunun habercisidir.
“Yeni bir milliyetçi cephe”yi andıran bu gidişatı perçinleyen olaylar yaşanmaya devam ediyor. PKK bombalamaları, Cerablus operasyonu ve Kılıçdaroğlu’nun konvoyu geçerken yaşanan saldırı. Mutabakatın her unsuru bu gelişmelerden kendine düşeni aldı.
Hem PKK saldırılarının yeni biçimi hem de Suriye savaşının memleket topraklarına taşınması Ortadoğulaşma tehlikesinin geldiği boyutları gözler önüne sürüyor. “Milli mutabakat” savaşın bu noktaya gelmesinin bir numaralı aktörlerinden olan AKP ile kurulunca, gidişata dur demek de güçleşiyor.