MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
“Ya hala nasıl grip bu yaa modunda olabiliyorsunuz aklım almıyor” tweetini okuyunca neye uğradığıma şaşırmadım. Sosyal medyada koronavirüsle ilgili paylaştığım yazılara, röportajlara daha önce de sert tepkiler almıştım da onun için. Bu tepki çeken paylaşımlarım, koronavirüsle ilgili hakim bilgileri hatalı, virüs karşısında yaratılan paniği anlamsız, alınan tedbirleri de yanlış ve tehlikeli buluyordu.
Bu ‘tivitdaş‘ (Vivet Kanetti’nin icat ettiği bir kelime, en azından ben ondan duydum), sanırım, hiçbir şeye şaşmamak, dahası, bir şey aramamak, sunulanla yetinmek rahatlığına ve özgüvenine sahip olanlardandı. Ama görüyordum ki bu gibiler uzak tivitdaşlarımdan ibaret değildi, arkadaşlarım, dahası, gazeteci arkadaşlarım da vardı böyle, böyle olmayan yok neredeyse. Paylaştığım yazıları okumayan, röportajları seyretmeyen, ama bunları tanıtmak için kullandığım birkaç kelimeden dehşete düşüp, klavyeye parmak üşürüp bana kınamalar, azarlar, uyarılar, zılgıtlar çeken gazeteciler.
Arkadaşlarımı çileden çıkaran paylaşımlarımdan biri şuydu: Nisan başında Amerika Birleşik Devletleri’nde Stanford Üniversitesi’nden bir ekibin yaptığı araştırma, koronavirüsün öldürücülüğünün sanıldığı, iddia edildiği ve duyurulduğu gibi yüzde 3 falan olmadığını (Dünya Sağlık Örgütü de yüzde 3 diyenlerden), olsa olsa binde 1 veya 2 olduğunu gösterdi. Araştırma grubunun iki ağır topu, John Ioannidis ve Jay Bhattacharya, bu araştırmaya da dayanarak Kovid-19’un mevsimsel griple benzer ölüm oranına sahip olduğunu söyledi. Ayrıca, virüsün resmi vaka sayısından 50-85 kat fazla yayılmış olduğunu da saptadılar.
Bu iki bilgin martta da bu konulardaki kuşkularını, uyarılarını yazmış, uygulanmakta olan aşırı tedbirleri gerektirecek veri olmadığını söylemişti. Şimdi, bu araştırmayla sahadan somut verilerle de gösterdiler ki bu sürdürülemez tedbirlere gerek yok. Ioannidis, koronavirüs çok ciddi bir sorun olsa da korkmaya gerek olmadığını, toplumun yeniden açılıp hayata dönmesi için sağlam bir zemin olduğunu söyledi. “Ne kadar erken dönerse o kadar iyi…” dedi, “… kontrollü ve veriye dayalı yaklaşımla.”
Bu araştırmanın sonuçları, Kovid-19’un çok öldürücü olduğu iddiasını çöpe attığı için önemli. Ama tabii, hayatı zindan eden tedbirlerin gereksiz olduğunu gösterdiği için de riskli bulunuyor.
Ben bu araştırmanın sonuçlarını anlatan Ioannidis’in videosunu paylaşınca bir gazeteci arkadaşım, “Yeni bir Canan Karatay sarma başımıza…” dedi. Şarlatan demek istiyordu. Koyduğum videoyu seyretmediğine eminim. Şarlatan demeye getirdiği Ioannidis, sadece kendi dalı olan epidemiyolojide değil, tüm bilim dünyasında en saygın birkaç bilimciden biri sayılıyor.
Araştırmaya bilim çevrelerinden de eleştiriler geldi, metodolojisinin çürük, dolayısıyla çıkarılan sonuçların sağlam olmadığı söylendi. Ioannidis, sonuçların sağlam olduğunu, hakem sürecinden geçtikten sonra araştırma yayınlanınca bunun ortaya çıkacağını söyledi. Bhattacharya ise yeni yaptığı başka bir araştırmayı değerlendirirken, eleştirilerin yanlışlığına işaret etti (50’inci dakikadan itibaren).
Bu metodoloji tartışması bir yana, Kovid-19’un öldürücülüğünün DSÖ’nün ileri sürdüğü değerlerin çok çok altında olduğunu gösteren, bu eleştirilen araştırmayla aynı ya da yakın sonuçlar veren başka araştırmalar da var (Bonn Üniversitesi’nden virolog Prof. Hendrik Streeck, Almanya’da yaptıkları araştırmanın sonuçlarını şurada anlatıyor).
Genç bir gazeteci arkadaşıma, sosyal medyada paylaştığım birkaç videoyu göndermiştim, hakim anlatıya aykırı görüşler olduğunu söyleyerek. Yukarda sözünü ettiğim araştırmaya getirilen eleştirilerden beni o haberdar etmişti. Bhattacharya’nın cevabını içeren röportajı görünce linkini gönderdim ona ve şu cevabı aldım: “ya elimdeki iş bir türlü bitemedi geçemedim bu konuya bakacağım aklımda ve işin garibi biraz da ürküyorum ezber bozulacak diye. kendimde onu hissettim.”
Paylaşımlarıma itiraz eden arkadaşlarım da ezberleri bozulacak diye korkuyor mu acaba? Ya da düpedüz ölümden korkuyorlardır da, ayıp değil ya, onun için en sıkı tedbirlerin alınmasını istiyor, bu tedbirlerin gereksiz olduğunu gösteren görüşlere düşman kesiliyorlardır belki. Öyle ya da böyle, bu genç gazeteci arkadaşımın samimiyetini sosyal medyada rastlaşıp konuştuğum hiçbir gazeteci arkadaşımda görmedim.
Türkiye’de koronavirüsten ölümlerin sayılarının bilerek az gösterildiğinden bahsediliyor ki bu soruna Evren Balta ve Soli Özel güzel bir cevap yazdı. Bir de önceki yıllara göre fazla ölüm vakaları meselesi var. Sayılarla boğulmayalım şimdi ama şunu söyleyelim: Ölüm nedenleri konusu bütün dünyada karışık ve bu korona kriziyle daha da karışık hale getirildi. Fazla ölümlerin kaynağını bilmiyoruz, peşinen koronavirüs kabul ediyoruz, bu ortam yaratıldı. Patoloji profesörü John Lee, birçok bilgin gibi, koronavirüsten ölenlerle koronavirüsle ölenleri ayırmak gerektiğini söylüyor: “Şu örneklere bakalım: huzurevinde kalan demans hastası 87 yaşında bir kadın; metastaslı mesane kanseri 79 yaşında bir adam; kemoterapi gören lösemili 29 yaşında bir adam; iki yıldır motor nöron rahatsızlığından muzdarip 46 yaşında bir kadın. Hepsi göğüs enfeksiyonu geçirir ve ölür. Hepsi Kovid-19 testinde pozitif çıkar. Hepsi de (grip dahil) herhangi bir bulaşıcı nedeniyle göğüs enfeksiyonundan ölmeye yatkındır. Kovid-19 bardağı taşıran son damla olabilir, ama onların ölümünün sebebi değildir.”
Bir gazeteci arkadaşım, koronavirüs öncesi ve sonrası akciğer röntgenini koyarak bütün bu saymakta olduğum aykırı görüşleri çürüttüğünü sanacak kadar … ne yapmıştı siz karar verin.
Başka bir gazeteci arkadaşım da John Lee’nin dediklerini genel hatlarıyla söyledim diye “Yav Mustafa” nidasıyla başlayarak hiddetini göstermiş ve sonra da bunu çürüten kendi araştırmasını önüme koymuştu: “Bizim mahallede bir ayda 10 kişi öldü. Hadi bunun 5’i yaşlılıktan, başka hastalıktan olsun, ya öbür beşi?” E bizim mahallede de kimse ölmedi, napcez?
Mesele, paylaştığım görüşleri mutlak doğru kabul etmem değil. Tam tersine, gazeteci arkadaşlarım kendi bilgilerinin, görüşlerinin mutlak doğru olduğunu sanıyor, onların zedelenmesinden korkuyor. Hakim anlatı beni ikna edemediği için ve bütün dünyada herhangi bir konuda tek bir görüş bulunması imkansız olduğu için merak ettim, bakındım, aradım, okudum, bunları da paylaştım işte, paylaşıyorum. Gazeteci arkadaşlarım bu görüşlerin ortalığa saçılmasını, tartışılmasını istemiyor. Ayrıca, yazışıp konuşmadığım birçok tanıdık tanımadık gazeteciyle de sosyal medya arkadaşlığım var, paylaştığım yazı ve videoları görüyorlardır. Bu gazetecilerin bir kısmı aktif gazetecilik yapıyor, bu virüsle ilgili işler çıkarıyorlar. Acaba merak edip paylaştıklarımdan birine bakan oldu mu aralarından? Olduysa bile sonuçlarını görmedik. Üstelik bu gazeteciler, tartışma ortamının olmamasından şikayetçiydi sittin senedir, biliyoruz. “Tayyip Erdoğan, karşıt görüş bir yana, tartışma bile istemiyor, yasaklıyor tvleri” diye beraber dövünüyorduk. Ama bakıyorum bu konuda onlar da tartışma, başka görüş istemiyor, isteseler bu görüşlere yer verirlerdi.
New York’ta da bir araştırma yapılmıştı, onu da paylaşmıştım. Bu araştırma da nüfusun yüzde 21’inin enfekte olduğunu, virüsün öldürücülük oranının binde 5 civarında olduğunu söylüyordu. Vay, sen misin paylaşan! Bir gazeteci arkadaşım uyarı kisvesi altında hedef gösterme, suçlama içeren şu cümleyle derhal haddimi bildirdi: “Bunları koyuyorsun veya belki çevrende anlatıyorsun ama inanıp dikkatsiz davranacak birinin zor duruma düşmesine neden olabilir… gerçekten düşünmekte fayda var…”
Hani sansüre karşıydık! Dediği, düpedüz sansürü savunmaktı. Ah tabii, benim paylaştığım görüşlere yer vermemek, verene oklavayı göstermek sansür sayılmazdı, çünkü bu görüşlerin yanlış, zararlı, tehlikeli olduğuna karar vermişti bir kere. E o zaman İrecep’e niye o kadar kızıyoruz ki, o da kendince tehlikeli bulduğu görüşleri sansürlüyor, susturmaya çalışıyor. Dünyanın en büyük merkezlerinden birinde yapılan araştırmanın haberini paylaştığıma dikkatinizi çekerim. Sonuçları New York Belediye Başkanı açıklamıştı. Gazetecinin sansürlemek istediği şeye bakar mısınız!?
‘Grip bu yaa modunda olabilmeyi aklı almayan’ tivitdaşa şunu diyeyim, ama gelinim sen de anla: Bu yazıda bilgilerine, görüşlerine yer verdiğim insanlar elini sallasan ellisini bulacağın akademisyenlerden değil. Üstelik ‘olsa olsa biraz sert bir mevsimsel grip gibi’ diyen başka bilginler de var. Bu görüşleri, yeni araştırmaları derleyen Swiss Propaganda Research’ün Türkçe sayfası yararlı.
Alman-Amerikalı epidemiyoloji uzmanı Prof. Knut Wittkowski’yle yapılan bir röportajı paylaştığımda bir arkadaşımdan aldığım tepki beni şaşırtmıştı. Röportajı paylaşırken şunu demiştim: “Bizim medyamız, hadi anaakımı geçtim, alternatif medyamız bu görüşlere niye hiç yer vermiyor! Türkçeye çevrilse iyi olurdu…”
(Fakat bir dakka! Şimdi şuraya linkleri koymak için baktığımda gördüm ki, Knut Wittkowski’nin paylaştığım birinci ve üçüncü röportajlarını Yuotube sansürlemiş: “Bu video, YouTube Topluluk Kuralları’nı ihlal ettiği için kaldırıldı.” İkincisine halen ulaşılabiliyor. Bilimsel bir görüş Youtube’un topluluk kurallarını ihlal ediyor ha! Sansürlenen ilk röportajın yazı dökümüne -İngilizce- şuradan ulaşabilirsiniz.)
Arkadaşım, bu meselelerin tartışıldığını, sürü bağışıklığının kumar tarafı olduğunu, İngiltere’nin de bu yolu seçtiğini, ama bedelinin çok ağır olduğunu yazıverdi. “Önce bir dinle” diye cevap verdim, dinlemediğini biliyordum, çünkü bir saatlik videoyu paylaşmamın üstünden ancak birkaç dakika geçmişti. Arkadaşım beni şaşırtmıştı, çünkü meselelere eleştirel bakan, aykırı görüşlerde cevher olabileceğini gayet iyi bilen biriydi. Ama şimdi … dinlemeyi bile reddedip iktidarıyla, muhalefetiyle her yeri, her düşünceyi, hey beyin kıvrımını korkuyla, panikle sıvayarak sarmış olan hakim anlatıyı, ortalıkta uçuşan haberleri kabullenmiş, başka şey duymak istemiyordu.
Wittkowski, koronavirüse karşı alınan tedbirlerin bilime dayanmadığını, maskenin tuvalet kağıdına üşüşmek gibi bir maskaralık olduğunu söylüyordu. Yapılması gereken şuydu ona göre: Yaşlılar ve virüse karşı hassasiyet yaratacak hastalığı olanlar korunmalı, izole edilmeli, geri kalanlar hayatlarına bildikleri gibi devam etmeliydi. Hele okullar derhal açılmalıydı, çünkü virüs çocuklara neredeyse hiç etki etmiyor ya da çok çok hafif belirtilere yol açıyordu. Dolayısıyla çocuklar birbirleriyle haşır neşir olarak virüsü bir an önce yaymalı, toplumda bağışıklık oluşmasını sağlamalı, hızlandırmalıydı. Böylelikle virüs yapacağını yaklaşık bir ay zarfında yapıp sönecek, toplum bağışıklık kazanmış olacak, ardından yaşlılar da normal hayatlarına dönüp çocuklarına, torunlarına sarılacaktı. Ahaliyi evlere tıkmakla, sosyal-fiziki ‘mesafelenmek‘le virüsün yayılma, toplumun bağışıklık kazanma süresi yapay olarak uzatılıyordu. Bu, sorunu, tehlikeyi uzatmak demekti. Virüsten kurtulmanın tek yolu bağışıklık kazanmaktı, çünkü virüs bir yere gitmeyecekti.
Arkadaşıma göre işte bu görüşler Türkiye’de de tartışılmış ve çöpe atılmıştı. Çöpe atılmış olduğu doğru da neyin nasıl ne kadar tartışıldığı pek şüpheli. Bu görüşleri çöpe atanların başında Prof. Neil Ferguson başkanlığındaki Imperial College London’ın raporu geliyor. Zaten benim arkadaşım da hemen İngiliz sicimine sarılmıştı paylaştığım görüşü karalamak için.
Britanya sürü bağışıklığı uygulayacağını açıklamıştı, işte bu raporla politikasını değiştirdi, insanları eve kapadı, ekonominin şalterini indirdi, vs. Çünkü Imperial College’ın raporu, ev hapsi ve sosyal mesafelenme olmazsa Britanya’da 550 bin, Amerika Birleşik Devletleri’nde 2 milyon kişinin koronavirüsten öleceğini söylüyordu. Bu rapor, ABD’nin uyguladığı politikada da etkili oldu; muhtemelen öbür ülkeler üzerinde de.
Gelgelelim, Imperial College raporunun kendisi çürük. Görüşlerini aktardığım dünyanın önde gelen ilimcilerinin hepsi bu raporun dayandığı verilerin yanlış olduğunu söylüyor. Dahası, Wittkowski bu hatanın kasıt olmadan yapılamayacağı kanısında. Oxford Üniversitesi’nden teorik epidemiyoloji profesörü Sunetra Gupta da ‘böyle vasıfsız bir çalışma’nın onay görmesine şaşırdığını söylemişti. Bu raporun hakem görüşüne gönderilmesi gerekiyordu, ama ne hikmetse, İsveç’in koronavirüs politikasının mimarlarından Prof. Jonah Giesecke’nin de işaret ettiği gibi, hala gönderilmedi!
Koronavirüs kriziyle ilgili medyadaki tekboyutluluğu gösteren iyi bir örnek de Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) internet üzerinden yaptığı sohbetti (webinar). Nevşin Mengü soruyor, Kadri Gürsel’le Ruşen Çakır cevaplıyordu. IPI Direktörü Barbara Trionfi, açış konuşmasında, “Hiçbir acil durum tedbiri bilginin yayılmasını kısıtlamamalı” dedi, “Dezenformasyona karşı tek çare bağımsız, eleştirel, çoğulcu, profesyonel gazetecilik” dedi… Hepimiz katıldık bu sözlere. Söze katılmak güzel ve kolay da o katıldığımız sözlere, ilkelere uygun gazetecilik yapmak neden hep zor, imkansız oluyor acaba?
Kadri’yle Ruşen de Türkiye’de koronavirüs kriziyle ilgili hükümetin yanlışlarını, baskılarını dile getirdi, bilgi akışının yetersizliğinden, akan bilginin güvenilmezliğinden bahsetti. Haklılar haklı olmasına da sorun bunlardan ibaret değil ki. İkisinde de, soru sorucu Nevşin Mengü’de de hakim koronavirüs anlatısını sorgulama çabası, bir eleştirel bakış yoktu. Bize anlatılanla yetinmişler, ötesini merak etmemişler. Atasözüne kulak verirseniz, kediyi merak öldürür, saçma, ama meraksızlığın gazeteciliği öldürdüğü tartışmasız doğrudur. Merak yoksa gazetecilik yoktur.
Kadri bir ara, “Basın özgürlüğü olsaydı, anaakım medya olsaydı bu bilgileri alabilirdik” dedi. Belki. Şimdi bu tartışmaya girmeyelim peki, ama bazı haberler için, çoğulculuk için, farklı görüşleri vermek için, tartışma için anaakım medyanın imkanlarına gerek mi var? Peki, biz anaakım olmayan medyadan, o bağımsız, o alternatif, o eleştirel medyadan şu yazıda bazılarından bahsettiğim bilimcilerin yabana atılamayacak görüşlerini neden alamıyoruz, araştırmaların haberlerini neden okuyamıyoruz? Ruşen’in Medyascope’u ya da öbür ‘alternatif’ mecralar özgür değil mi, neden yapmıyorlar bu işi, farklı görüşler neden yok Kovid-19 kriziyle ilgili?
Alamıyoruz, çünkü anladığım kadarıyla, gazetecilerimiz koronavirüsle ilgili kulaklarına gelen bilgileri hiç kurcalamamış, kurcalamak da istemiyor, onların doğruluğuna iman etmiş, dikkate alınabilecek başka görüşler olabileceği akıllarına bile gelmemiş, başka her tür görüşü komplo teorisi diye bellemiş. Küresel paniğin, üretilmesine kendilerinin de katıldığı dehşet edebiyatının gölgesinde ne eleştirellik kalmış ne bir şey. Eleştirellik, gazetecilik sadece hükümete karşı yapılan bir şey değildir, o yetmez yani.
Üstelik, burada sözünü ettiğim görüşleri savunan bilimciler Britanya, ABD anaakım medyasında az da olsa yer de buldu. New York Times’ta, Financial Times’ta, Wall Street Journal’da, ITV kanalında, CNN’de, Fox’ta yazıları, röportajları yayınlandı bu insanların. Çoğunda iyi gazetecilikle yapılmadı tabii bu işler, ama olsun. E peki bizim bağımsız medyamız, sermayenin maşası olan bu medya kadar bile niye cesur, niye gazeteci olamıyor? Hoş dünya medyası da bu konuda hiç iyi sınav vermiyor. Bu aykırı görüşlerin en azından sisteme aykırı medya yapılarında daha çok ve görünür yer bulması gerekirdi.
Tam bu noktada, kendisi de sosyal bilimler camiası içinde olan arkadaşım Meyda Yeğenoğlu’nun dikkatimi çektiği önemli bir mesele daha var: “Bilimsel camia içinde de paradigma farklılıkları var. Hakim paradigma her zaman çok daha kolay medyada yer bulabiliyor, güç ve otorite sahibi kurumlar (DSÖ vs) her zaman bu kanallara çok daha rahat ulaşabiliyor. Bu kurumların hem siyasi otoritelerle, hem hakim yayıncılarla, hem de ekonomik güce sahip kurumlarla ilişkileri her zaman çok daha kolay, erişimleri çok daha fazla. Bu sayede bilimsel camia içinde farklı sesler hem bu kurumlar, hem siyasi, hem de bilimsel makale basan dergi vs gibi kuruluşlardan çok kolayca dışalanabiliyor. Bu hem medikal alanda, hem sosyal ve beşeri bilimlerde böyle. Olayın özü, hakim bilimsel paradigmayla bu paradigmayı eleştiren, bundan farklı yaklaşımlar geliştirdiği için dışlanan, yetkin değilmiş diye kodlanan paradigmalar arasında savaş, medyadaki de bir bakıma bunun yansıması, devamı…”
Burada daha da çetrefilleşiyor iş, ilaç şirketleri, DSÖ, kimi vakıflar, sağlık bürokrasileri arasındaki kirli ilişkiler önemli roller oynuyor. Alman doktor ve eski Sosyal Demokrat Parti milletvekili Dr. Wolfgang Wodarg, Kovid-19 paniği bağlamında bu ilişkilere de işaret ediyor.
Ben Işın Eliçin’den ümitliyim. Medyascope’ta ‘Kovid-19’la küresel savaş‘ programını yapan Işın’la beraber çalıştım ben yıllar önce. Eleştirel bir kafası olduğunu bilirim, bit yeniği arar, meraklıdır, taşların altını kaldırmaya da heveslidir. Ona da göndermiştim geçenlerde Ioannidis’le Wittkowski röportajlarını, birer saatini ayırıp dinlemesini önererek. Birkaçını daha gönderdim, bezdirdim belki de onu. Şimdiye kadar bu görüşleri, araştırmaları neden bulmadı, neden sözünü etmedi! diye düşünmemiş de değildim. Neyse işte, ilk beş dakikalarını dinlediğini söyledi: “Ioannidis okey, Knut değil.”
Tamamını dinleyeceğini söylemişti, sonradan dinledi mi bilmiyorum, dinlediyse fikri değişti mi bilmiyorum, Ioannidis’in görüşlerini ciddiye alınır bulduysa bu görüşleri tartışmak, tartıştırmak, bir röportaj da onunla yapmak için girişimde bulundu mu, onu da bilmiyorum. Işın’ın hangi gerekçeyle Knut’u muteber bulmadığını da bilmiyorum, ama sözünü ettiğim iki bilgin de aynı şeyi savunuyor aslına bakarsanız. Fark şu: Knut çok daha net, kestirmeden söylüyor. Üslup farkı. Ioannidis, daha martın ortasında, “Bugünkü koronavirüs hastalığı, Kovid-19, yüzyılda bir görülen pandemi olarak adlandırılıyor. Ama yüzyılda bir görülen delil fiyaskosu da olabilir” demişti. Demin sözünü ettiğim araştırmalarından sonra bu fiyasko ihtimali artmış gibi görünüyor. Knut da durumun bir fiyasko olduğunu dan dan dan söylüyor.
Evet tabii, Türkiye’deki uygulamaları, aksaklıkları, yaramazlıkları konuşmak, tartışmak, duyurmak çok önemlidir, ama ya ‘Kovid-19’a küresel savaş‘ açılmasına neden olan küresel modelleme yanlışsa ki yanlış olduğunu söyleyen onlarca saygın bilgin var. Ayrıca, burada bir kısmını andığım bilginleri dinlemek başka sorgulamalara ve sorulara da kapı açar. Gazetecinin en temel işi soru sormak, yeni sorular üretmektir zaten. Bir örnek vereyim: İzlanda 360 bin kadar olan nüfusunun yüzde 10’una test yaptı, üstelik virüsün ülke içindeki mutasyonlarını, nereden nereye atladığını da saptadı. Prof. Bhattacharya diyor ki, “Görüldü ki, çocuklar virüsü büyüklere bulaştırmıyor, tersi oluyor, yani büyükler çocuklara bulaştırıyor, ama çocuklar bulaştırmıyor.” Kovid-19’un çocuklara neredeyse hiç etki etmediğini ya da çok hafif belirtilerle virüsü atlattıklarını da hesaba katınca, Türkiye’de 20 yaş altına sokağa çıkma yasağı getirilmesini, hele ilk ve ortaokulların kapatılmasını sorgulamaz mısınız?
Tam bunları yazmıştım ki, Işın’ın yeni bir yayınını görmeyeyim mi! Konu da iyi: “İsveç modeli daha mı iyi?” Fakat o da nesi, istediğinde ta Yeni Zelandalardan uzman konuklar bulan Işın, İsveç için bu çabayı göstermemiş. Hani bir tanım var ya, köpeğin adamı ısırması değil, adamın köpeği ısırması haberdir, diye, işte İsveç’in durumu tam da adamın köpeği ısırması. Bütün dünyanın tersine giden, bu yüzden şeytan muamelesi gören, ama kendi halkının yüzde 80’inden destek bulan bir bir tıp politikasının mimarlarını çıkarıp sorguya çekmek heyecanlı, yararlı değil mi? Belki de ulaşmaya çalışmış da ulaşamamıştır. Ama Işın, İsveçli iki uzmanın eski röportajlarını da kendi görüşüne yontarak, çarpıtarak, eksilterek aktarıyor. Kendisine de, gazeteciliğe de yakıştıramadığım bir tutum. Acar Burak’ın (kardeşim) Işın’ın program kaydının altına yazdığı yorumdan alıntılıyorum: “Prof. Johan Giesecke’deyse günahın çok daha büyük. Adamın çok daha önemli, asıl önemli ifadelerine hiç yer vermiyorsun. Giesecke, o verdiğin link’te Kovid-19’dan Avrupa’yı etkisi altına alan hafif bir hastalık olarak sözediyor ve ölüm oranının fena bir grip sezonuna benzeyeceğini, %0.1 olabileceğini söylüyor, yani mevcut modellerin çok çok altında bir oran. Işın’ın tırnak içinde Türkçeye çevirdiği şu ifade Giesecke’ye ait değil: ‘…seyahat yasakları, ekonomik faaliyetleri askıya almak vs. o önlemler şu aşamada deneysel, yüzde yüz garantisi yok…’ Yani ‘şu aşamada deneysel, yüzde yüz garantisi yok’ lafları Giesecke’ye ait değil, on un ifadesi çok daha sert ve kesin.” (Yorumu görmek için ‘sıralama ölçütü’nü tıklayıp ‘en yeniler’i seçmeniz gerekiyor).
Arkadaşlarımdan yediğim zılgıtlar bunlardan ibaret değil, zaten gazeteci olmayanları saymadım bile, ama bu kadarı da koronavirüsü konak bellemiş başka bir virüsün işbaşında olduğunu, üstelik, en az onun kadar bulaşıcı, ama ondan daha zarar verici olduğunu göstermeye yeter. Bu virüs derhal beyne yerleşiyor, muhakeme yetisini perdeliyor, şüpheciliği iğdiş ediyor, eleştirelliği gebertiyor, korkuyla besleniyor, duygusallıkla, sansasyonla besliyor…