Yolsuzlukların üzerine giden haber ve yazılarıyla tanınan gazeteci Çiğdem Toker’in yeni kitabı ‘Kamu İhalelerinde Olağan İşler’ okuyucuyla buluştu.
Toker, Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinde yayınlanmış köşe yazılarından yola çıkarak hazırladığı kitabın önsözünde ‘yolsuzluk’ ile ‘israf’ arasındaki farka dikkat çekiyor:
‘Emanet edilmiş gücün, özel çıkarlar için kötüye kullanımı’na yolsuzluk deniyor.
Bu kısa tanım Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nden. Daha öncesinde yolsuzluk için uzun süre Dünya Bankası’nın tanımı kabul gördü: “Kamu gücünün özel menfaatler için kötüye kullanılması.”

Dikkatinizi çekmiştir. Dünya Bankası “kamu gücü” derken, Şeffaflık Örgütü ’emanet edilen güç’ten söz ediyor.
‘Emanet edilen güç’ daha kapsayıcı bir ifade.
Diyelim ki ürünleri iyi bilinen bir şirket yöneticisi, şirket kaynaklarını kişisel hesabına geçirdi. Ya da altın madenciliğiyle uğraşan yabancı sermayeli bir şirket, on binlerce ağaç keserek maden sahası açtı. Sıra, siyanürle ayrıştırarak çıkardığı altını ihraç etmeye geldiğinde, yük gemisine resmi makamlara bildirdiğinden daha yüksek miktarda altın yükledi. Yolsuzluk demeyecek miyiz bu işlemlere? Demeyeceksek ne diyeceğiz?
Bu yanıyla ’emanet edilen gücün kötüye kullanımı’, siyasetçiler, kamu görevlilerinin yanında ‘özel sektör’ü de kapsıyor. Sermaye şirketlerini yani. Zaten yolsuzluk tek başına kalkışılacak bir eylem değil. Bir ilişki, bir süreç. Kaçınılmaz olarak sermaye sınıfı ile bağlantılı.
Yolsuzluk ile israf aynı değil
Siyaset gündeminde son zamanlarda yolsuzluk yerine israf kavramının yeğlendiğini gözlüyoruz. Kamusal kötülüğü güçlü yansıtan gerçek karşılığı dururken yolsuzluk kelimesi pek nadir kullanılıyor. Bu eğilim yerel seçim kampanyalarında başladı. Halen de sürüyor.
AKP’nin 17 yıl önce iktidara 3Y’yi, ‘yolsuzluk, yoksulluk ve yasakları bitirme’ vaadiyle geldiğini hatırlayan kalmamış gibi. Sanki yıllardır ödünsüz bir mücadele verilmiş de yolsuzluk denildiğinde iktidara ayıp olacakmış gibi israf sözcüğüne teveccüh büyük.
Oysa israf, kamusal kötülüğü yansıtmak yerine aksi işlev görüyor. Yolsuzlukların ağırlığını azaltıp boyutlarını küçültüyor. Peki neden?
Kamuda, yerel yönetimlerde yolsuzlukların yaygınlaşıp çoğaldığı (belediye şirketlerinin rejimi tahkim eden propaganda dizilerine aktardığı milyonlardan, kayyımların kişisel harcama belgelerine kadar) apaçık ortadayken, sorunun gerçek adı hak ettiği ilgiyi neden görmüyor?
Bu sorunun kısa yanıtı; ‘zamanın ruhu’nda saklı.
Siyasal İslam’dan beslenen partinin uzun iktidarı, 17 yılda çok şey gibi siyaset dilini de değiştirdi. Muhalefette konumlu kimi siyasi aktörler, yolsuzluk yerine israf derlerse mesajın daha iyi anlaşılacağını, daha geniş kitleye ulaşacağını düşünüyor.
Tasarruf ile aynı kökten gelen israf aynı zamanda dini bir kavram.
‘İsraf haramdır’ bildiğimiz gibi. Bu bilgi, partisi muhalefette olan siyasetçi için kullanışlı. İlk neden böyle.
Diğer yandan, yolsuzluk yerine israf denildiğinde, hem suça dönüşebilecek bir ithamdan kaçınılmış oluyor, hem de vazgeçilirse sonuçları ortadan kalkacak kusurlu bir tutuma indirgeniyor. Böylece muhalefetteki politik aktör, iktidara oy veren seçmeni karşısına alma riskini üstlenmiyor. Taktiksel bir hesap söz konusu.
Otoritenin dil tahakkümü
Andığım iki nedenin dışında bir etken daha var: Yolsuzluk kelimesini kullanmak eskiye göre cesaret istiyor. Ya da öyle hissediliyor. Kendisi gibi düşünmeyenleri terörle ilişkilendirerek cezaevine gönderme sopasını durmadan sallayan, sallamakla da kalmayıp haksız bedeller ödeten iktidarın ifade özgürlüğü üzerindeki ağır baskılarından bu sözcük de payını almış görünüyor.
Bu çekingenlikte 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarının durduruluşu ve etkisiz kılınma yöntemlerinin payını da unutmamalı.
Sonrasında FETÖ’ye dönüşecek olan o günkü söylenişiyle Cemaat’in (ki iktidar bir de ‘hizmet hareketi’ diye anılmasını istiyordu) güvenlik bürokrasisi ve yargıdaki kadroları üzerinden AKP ile hesaplaşması olarak tasarladığı operasyonlarda dolaşıma giren bilgi, belge ve görüntüler iktidarı sarsmıştı. Ama ‘toparlanma’ çabuk oldu. AKP bu sarsıntıyı, yürütme yetkileri (görevden alma/atama) ile yasama organındaki çoğunluğu üzerinden TBMM’yi (Soruşturma Komisyonu) araçsallaştırarak bastırdı.
Adı yolsuzluklara karışan bakanların Yüce Divan’a kadar gitmesiyle sonuçlanabilecek bir Anayasal prosedür, tam aksi istikamette aklama zemini olarak kurgulanıp uygulandı. AKP, 11 yıl yan yana yürüdüğü ‘ne istese verdiği’ fiili koalisyon ortağını kastederek bu operasyonlara ‘darbe’ dedi demesine ama fezlekelere adı giren bakanlarına, mensuplarına ‘aklan da gel’ diyemedi. Meclis Araştırma Komisyonu haberlerine yayın yasağı getirdi.
Üstüne üstlük devşirdiği medyalar aracılığıyla bir ‘başarı’ daha yazdırdı hanesine: Yolsuzluğa yolsuzluk denirse sanki ‘FETÖ’cü’ olunurmuş gibi kolektif bir suçluluk duygusu inşa edildi. (Bu iklimin güçlenmesinde 17/25 Aralık operasyonundan iki buçuk yıl sonra 15 Temmuz kanlı darbe girişimi ile sonuçlarının payı yadsınamaz.)
Oysa bu operasyonların Cemaat’in AKP’yle hesaplaşması olduğu ne kadar gerçekse, evlerde çıkan para sayma makinaları, büyük tutarlı müteahhit bağışları ile imar rantı pazarlıkları da o kadar gerçekti.
Bu tablo OHAL rejimi, otoriterleşen iktidarın gazetecilik ve gazeteciler üzerindeki ağır baskılarıyla birleşince yolsuzluk kelimesi gitti, israf geldi. Bize de gazeteci olarak siyasi iklimin dili dönüştürmesine tanıklık etmek düştü.
Ne var ki, ilana çıkmadan, milyarlarca liralık kamu kaynağını muhtelif odalarda, rekabetin sağlanmadığı ihalelerde dağıtmanın adı ‘israf’ olamazdı.
Çalışmamızda bu yaklaşım belirleyici oldu. Elinizdeki kitapta, kamu ihaleleri konusunda Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinde yayınlanmış köşe yazılarından yola çıktık.
Seçtiğimiz yazılar -az sayıdaki istisna dışında-kamu ihalelerinde olağanüstü durumlarda başvurulması gereken bir usulün ‘olağanlaştırılmasını’ konu alıyor. Tek tek okunduğunda, belli kamu yatırımlarında o günkü gelişmeleri yansıtmakla birlikte, toplamda iktidar/sermaye ilişkisinin pazarlık usulü ihaleler üzerinden değişim dönüşümünden kesit sunuyor.
Olağanüstü durumlar için tanımlanmış bir usulün ısrarlı biçimde amacı dışında kullanılması, giriş yazısında ifade ettiğim ‘yolsuzluk’ tanımına giriyor. Adlı adınca söylersek: AKP kamu ihalelerinde pazarlık usulünün b fıkrasını sık ve yaygın uygulayarak kendisine emanet edilen gücü özel çıkarlar için kötüye kullanıyor.
İktidarın zamana yaydığı bu gerçekliği, yazılar dışındaki bölüm metinlerinde, somut olgular ve bağlantılarıyla birlikte yorumlayıp göstermek istedim. Bunu yaparken doğal olarak bağlantıları oluşturan şirketlerin adlarını da andım.
AKP’nin açtığı yolda ihaleleri alan, servet edinen, sermaye oluşturan bu şirketler, kamu ihalesi kazanmanın suç olmadığını söyleyebilir. Mevcut hukuk sisteminde bu önerme doğru da olabilir. Ancak bu tartışmanın bir önemi yok çünkü kitabın konusu bu şirketleri bir suçla ilişkilendirmek değil.
Bu kitap yaklaşımında belirleyici olan, siyasal iktidarın bu kapıyı açmak ve açık tutma konusundaki ısrarlı iradesidir. ‘Kapı’nın adının ‘pazarlık usulü’oluşu ve ihalelerin ancak firmaların davet edilerek gerçekleştirilebilmesi başlı başına fikir vermekte.
Kuşkusuz 21/b usulüyle yapılan ihaleler, iktidarın kamu kaynaklarını dağıtmakta kullandığı tek araç değil. Ne var ki siyasal iktidarın bu usuldeki ısrarı, proje maliyetlerini yükseltmiş, rekabeti işin en başında sınırlayan az sayıdaki şirket daveti kamu aleyhine yüksek sözleşme bedelleriyle sonuçlanmış ve bu tablo bütçe kaynaklarının kullanımını etkilemiştir. Kitap yayına girdiği sırada devam eden uygulamaların, bütçe kaynakları bakımından uzun vadeli ve derin olumsuzluklar doğurması kaçınılmazdır.
Kitabın sonunda yer alan listeyi yayımlayarak, zamanında ilan edilmediği için kamuoyunun haberdar olamadığı (arada atlanmış tekil örnekler olabilir) pazarlık usulü (21/b) ihaleleri bütünlüklü olarak toplumun bilgisine sunmayı amaçlıyoruz.
EKAP’ın yanı sıra sektörel periyodik yayınlardan (İhale dergisi, Yatırımlar dergisi) yararlanarak oluşturduğumuz listede, kuşkusuz ki usul ve amacına uygun ihaleler de yer almakta. Ancak 21/b usulüyle gerçekleştirilmiş ihalelerin önemli kısmı, yasa maddesindeki bağlayıcı koşullara uygun olmaktan uzaktır. Bunu anlamanın temel yolu da ihalenin yapıldığı yer ve tarihte “Olağanüstü ne oldu” sorusunu sormaktır.
Kamu kaynaklarının, kamu gücünü kullananlarca ayrıcalıklı bir azınlığa akıtılmadığı özgür ve eşit bir ülke özlemiyle kitabın yararlı olmasını dilerim.
Ekim 2019, Çankaya