Peki, bir anlığına da olsa tüm bu söylediklerimizin geçerliliğini yitirdiğini ve sahiden de rejimin batıyla bütün köprüleri atıp, NATO’dan, AB aday üyeliğinden vs. çekilip yüzünü doğuya, Avrasya’ya döndüğünü düşünelim. Anti-emperyalist olmayı birinci sıraya yazan bizler, böylesi bir durumda ne yapacağız, rejimin destekçiliğine mi soyunacağız?
Elbette ki hayır! Rejim dinselleşmeyi daha da yoğunlaştırmak, Cumhuriyet’in kazanımlarını yok etmek, emek sömürüsünü katmerlemek, otoriterliği anayasal dikta statüsüne kavuşturmak istiyor ve dış politikasını da buna göre belirliyorsa, kıymeti kendinden menkul bir anti-emperyalizm adına neden İslamcılığın piyasacılığın ve otoriterliğin bu yıkıcı bileşimine destek verelim, neden rejime payandalık edelim?
Velhasıl, ister blöf ister gerçek olsun, rejime bakıp anti-emperyalizm görmek ve buradan bir siyasal pozisyon belirlemek en hafif tabirle körlükten başka bir şey değildir. Bugün “baş çelişki” de “temel çelişki” de rejimde ve tepesindeki isimde somutlaşmaktadır, sömürü düzenine karşı olmak bu rejime karşı olmaktan ve bu rejime karşı olmak sömürü düzenine karşı olmaktan geçmektedir. Dolayısıyla AB meselesinde de Şanghay Beşlisi meselesinde de tutumumuz açık ve nettir: Ne emperyalizmden medet ummak, ne de birilerinden anti-emperyalizm beklemek!