VOLKAN ÇIDAM*
Giderek otoriterleşen yeni Türkiye’de muhalefetin her eleştirisine sıkça verilen ‘Salt Erdoğan düşmanlığı üzerinden siyaset yapılmaya çalışılıyor’ ayarını, demokrat çevrelerin ağzına hiçbir zaman yakıştıramadım. Üstelik iktidarın mutlak bir elde toplandığı, otoriterliğin ortalıkta tebdil-i kıyafet dolaşmayı bile kendine zül addettiği dönemlerde, sultanın burnunu çekiştirmek hiç de azımsanamayacak bir direnişin ifadesi olabilir. Ancak kişiselleştirilmiş eleştiri, meseleleri basitleştirmenin ötesinde, uğruna verdiği düşünülen özgürlük mücadelesinin prensiplerini sorgular hale geldiğinde, konunun kendisine yakından bakmak gereklilik arz ediyor.
Geçen hafta Diken sayfalarında yayınlanan Elmas Topcu’nun Alman basınından derleyerek verdiği bir dizi haberde ve haberlerin sunumunda – ‘Karikatür krizi’nde Almanya’dan tokat gibi yanıt: Erdoğan önce kendine baksın’, ‘Türkiye Erdoğan’a özür beklerken Almanya’dan bir ders daha geldi!’, ‘Alman çizerlerden Erdoğan’a ‘megalomani ve paranoya eleştirisi’ – yukarıda ifade etmeye çalıştığım kendi küpüne zarar kişiselleştirilmiş eleştirinin bir örneğini görmek mümkün.
Kısaca haberlerin aktardığı olayı özetleyelim: Bundan üç yıl önce yayınlanan bir karikatürde bir Türk son derece stereotip çizgiler kullanılarak Bavyeralı ‘tipik bir dağ’ restoranının sahibi olarak gösteriliyor.
Müşteriler Türk de olabilir Alman da; daha doğrusu karikatürün stereotipik vurgularıyla ifade edilecek olursa ‘Almanlaşmış-Türk yada Türkleşmiş-Alman’ olarak görülmeliler. Tabelada günün eğlencesi ‘Kulübenin büyüsü göbek dansı’ olarak ifade bulmuş.
Ve son olarak Ankara kurmaylarını kızdıran asıl mesele: Köpek kulübesi üzerinde yazılı duran ‘Erdoğan’ ibaresi ve altında zincire vurulu halde dişlerini göstererek uzanmış bir köpek… Karikatürün altında “Türklerin Almanya’da 50 yılı – Bir başarı hikayesi” yazılı. Pazartesi günü Almanya’nın Ankara büyükelçisi çağrılıyor ve kendisine ‘demokrasi dersi’ veriliyor.
Olaya sadece Erdoğan’ın Türkiye’yi yönetme biçiminin bir yansıması olarak bakıldığında, Almanya’dan ertesi gün hak ettiği cevabı (tokat, ders ve megalomanyaklık nitelendirmesi) aldığını iddia etmek mümkünmüş gibi görünüyor. Nitekim birçok Alman gazetesi, eleştirilerin hedefinde bulunan Baden-Württemberg eyaleti başkanı Winfried Kretschmann’ın sert açıklamalarına geniş yer verdikten sonra, Erdoğan’ın ülkesinde de karikatür çizerlerinin baskı altında olduğunun – ki yalan değil – ifadesiyle bitiriyor.
Doğrusu Ankara’nın Almanya’da ‘artmakta olan ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına’ karşı gösterdiği hassasiyetin samimiyeti sorguya değer: Örneğin Dışişlerinin yaptığı açıklamada ifade edilen islamofobiyi ara da bul karikatürde; oysa rahatsızlığın temeli dişlerini göstere göstere sırıtıyor. Öte yandan gerekçeyi sadece bir kılıf olarak nitelesek de birçok açıdan haklı temellere dayanıyor.
Basın özgürlüğü ve ırkçılık
Öncelikle konu Alman basını tarafından basın özgürlüğüne müdahale olarak çerçevelenmek istense de, Ankara’nın eleştirisi ırkçılık şüphesi içeren bir karikatürün liselerde ders kitabı olarak kullanılmasına yönelik.
Peki ırkçılık basın özgürlüğü olarak görülebilir mi? Görülür. Doğrudan şiddete teşvik içermediği sürece, liberal-demokratik gelenek, düşünce ve basın özgürlüğünü nefret söylemlerini dahi kapsayacak şekilde koruyor.
Diğer bir deyişle bir anlatının basılabiliyor olması, o anlatının ırkçı olmadığının değil, basıldığı ülkenin liberal-demokratik bir siyasi kültüre bağlılığının bir ifadesi. Bu kültürün yeterince yerleşmediğine dair oluşan haklı kanı ve güvensizlik beraberinde seçici davranarak bazı nefret söylemlerini kısıtlamayı getirebiliyor.
Örneğin Almanya geçmişiyle hesaplaşmak ve topraklarında anti-Semitizmin tekrar yeşermesinin önüne geçmek adına Holokost inkarını bir suç olarak tanımlıyor. Ancak Almanya dahi ırkçı söylemleri topyekün yasaklayan bir kanuni düzenlemeye sahip değil.
Karikatürler masumane değil
Son yıllarda Avrupalı ırkçılık-karşıtı gruplar, Avrupa’da artış gösteren ırkçılığa karşı sivil toplum örgütleri tarafından yürütülen bilinçlendirme kampanyalarının yeterli olmadığına işaret ederek, ırkçı söylemlerin düşünce özgürlüğüne tanınan yasal güvence kapsamından çıkartılması gerektiğini savunuyor.
Bir başka deyişle basın özgürlüğüne sınırlama getirilmesi talebi sadece mutlak iktidarı hedefleyen diktatörlerden gelmiyor. Özellikle bizimki gibi liberal-demokratik bir siyasi kültürün gelişmediği ülkelerde ‘Irkçılık bir düşünce değildir’ sloganın yasallaşması azınlıklara uygulanan baskı ve şiddetin önüne geçmede önemli bir adım olabilir hiç kuşkusuz, ancak aynı söylem çoğunluğun diktatörlüğünün elinde yasallaştığında hakim ideolojinin meşruiyet söylemine dönüşebilecektir.
Neyi ırkçılık söylemi olarak tanımlayacağımız önemli o halde: Hakim ideolojiye hizmet etmeyecek kadar dar, hayatın her alanında ırkçılıkla mücadeleyi anlamlı kılacak kadar geniş bir tanıma ihtiyacımız var.
Bu bağlamda dilimize başarıyla yerleşen ‘nefret söylemi’ ibaresinin yanında ırkçılığı, (sözde) biyolojik, dil, din ve kültürel farklılıkları temel alan bir tahakküm ideolojisi olarak tanımlamayı faydalı buluyorum.
Nefret söylemi ve ayrımcılık ezilenler, azınlıklar tarafından da kullanılabilecek, hiç şüphesiz tepkisel ve başarısızlığa mahkum bir söylem biçimi iken, ırkçılık halihazırda var olan ayrımcılık, eşitsizlik ve baskılara bir açıklama getirmeye, onları rasyanolize etmeye soyunuyor çünkü. Bu tanım ışığında bakıldığında yayınlanan karikatürlerin hiç de masumane olmadığı görülecektir.
Sarrazin’in kitabı
Almanya’da yükselen ırkçılığın en görünür göstergesi 2010 yılında SPD üyesi Thilo Sarrazin’in ‘Almanya kendini yok ediyor’ adlı kitabının yok satması olmuştu.
Sarrazin Türk, Kürt ve Arap göçmenlerin entegre olamamalarını ve yüksek eğitimden pay alamamalarını kültürel ve genlere bağlı biyolojik faktörlere bağlıyordu. Dahası göçmen nüfusun daha çok çocuk yaptığına, eğitimli (beyaz) Almanlarınsa çocuk yapmamayı tercih ettiğine işaret ederek, bunun Almanya’nın doğurganlıkla fethi anlamına geleceğini söylüyordu. Almanya’ya göç durdurulmalı, katı asimilasyon politikaları izlenmeliydi.
Kitabın Alman kamuoyunda tabu olarak görülen biyolojik temelli ırkçılığa yeniden bir saygınlık atfetmesinin ötesinde, haftalarca en çok satanlar listesinde yer alması skandalın en önemli ve tehlikeli boyutuydu: Irkçılık Neonazi partilerin seçmen sayısının çok ötesinde bir kabul görüyordu demek ki.
SPD göstermelik olarak Sarrazin’i partisine zarar verdiği gerekçesiyle disiplin kuruluna sevk etti, ancak kitabının popülerliği parti yönetimini de endişelendirmiş olacak ki, kitapta yazılanlar düşünce özgürlüğü çerçevesinde ele alındı ve Sarrazin’ın parti üyeliği korundu.
Bu noktada, kitabı hak ettiği biçimde eleştiren sivil toplum örgütlerinin başında Yahudi Cemaati derneklerinin geldiğini belirtmenin önemli olduğunu düşünüyorum: Sivil toplum örgütleri lobi dernekleri olarak değil, kamusal aklın yerleşmesi için katkıda bulunma amacıyla da faaliyet gösterebiliyorlar liberal-demokratik sistemlerde.
Rekabetçi ırkçılık
Sarrazin’in kitabından bir yıl sonra yayınlanan söz konusu karikatür, kitabın yol açtığı tartışmanın çizdiği çerçevenin dışında düşünülemez. Tıpkı kitapta olduğu gibi karikatür de başlarına gelen sosyo-ekonomik talihsizliklerin bir açıklamasını arayan çoğunluğa, entegrasyonun yayılmacı (Bayern de bile restoranlar Türklerin eline geçiyor!), erkek (Karikatürde kadın görebiliyor musunuz? Görseydiniz bile siyah çarşaflara bürünmüş olarak temsil edileceğine iddiaya varım) ve tehditkar (‘Erdoğan’ın’ dişleri!) bir fetihten ibaret olduğu, olsa olsa bunun bir başarı hikayesi olarak sunulduğunu ‘hicvediyor’!
Bu tarz bir ırkçılığın literatürdeki adı ‘rekabetçi ırkçılık’. Rekabetçi ırkçılık, Avrupa toplumlarında üçüncü ve dördüncü jenerasyon göçmenlerin toplumsal hiyerarşide saygınlık gören meslek gruplarında yer almalarının önünde bir engel oluşturma işlevi görüyor: “Nasıl yani – bir Türk’ten Alman dili edebiyatı profesörü olur mu? Daha neler! Türklerden manav, restoran sahibi ve işsiz olur en fazla, değil mi? Üstelik baksanıza adamlar bizim kültürümüzü de ele geçiriyor” demeye getiriliyor.
Yasaklanması gerekmez
Karikatürün bu yorumu –ki kamusal alanda yapılan tartışmalar çerçevesine oturtulduğunda, farklı, iyimser bir yorumda bulunmak polyanacılık oynamaktan ibaret– doğru ise yasaklanması gerekmez mi? Hayır!
Daha önce de Danimarka’da Müslümanları hedef alan Muhammed karikatürlerinin ve İsveç’te 2009’da yayınlanan İsrail hükümeti tarafından şiddetle eleştirilen anti-Semitist bir makalenin örneklediği gibi basın özgürlüğü ırkçılığa rağmen ve yine de anlaşılır nedenlerle korunabiliyor. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi Türkiye hükümetinin yaptığı itiraz bu defa basın özgürlüğüne değil, ırkçılık-şüphesi içeren bir karikatürün müfredata alınmasıyla ilgili!
Devletin koruması altında ırkçılık
Alman Yeşiller partisinin en sağında yer alan ve partisi tarafından son derece kısıtlayıcı bir göç politikası metnine attığı imza nedeniyle partinin prensiplerine ihanetle suçlanan Winfried Kretschmann’ın adeta kuyruğuna basılmışçasına bağırıp çağırması, Erdoğan’ı gündem değiştirmekle suçlaması – ki en az Erdoğan kadar Kretschmann da aynı stratejiyi izliyor bu bağlamda – ve meseleyi basın özgürlüğüyle tanımlama çabası alkış görecek bir ‘ders verme’ ya da Walter Benjamin’in sözünü ettiği devrimci-ilahi bir ‘tokat’ olmaktan çok uzak.
Müfredata alınan ya da tavsiye edilen bir kitap devletin resmi görüşünü ifade ediyor. Bu nedenle bu kitapların hiçbir şekilde ırkçılık şüphesi altında bulunan bir metin içermesi düşünülemez. Kanunlar da bu metinleri basın özgürlüğü altında ele alamaz.
Kretschmann’ın meseleyi fırsat bilen CDU (muhafazakar Hristiyan Demokrat Parti) milletvekilleri tarafından bile eleştirilen müfredatının savunusu ise sanki olay liberal-demokratik Almanya’da değil de, çoğunlukçu demokrasiyle yönetilen bir ülkede verilmiş gibi.
Bir lider düşünün, ‘Bizim ülkemizde Ermenilere karşı herhangi bir ırkçılık yoktur, bakın benim baş danışmanım bile Ermeni’ desin! Benzer bir şekilde Kretschmann da kitabı uzmanlarına gösterdiği, kitapta bir kusur bulamadıklarını söylüyor. Bir ülkenin cumhurbaşkanına ders kitaplarında köpek benzetmesiyle atıfta bulunulmasına ‘Erdoğan karikatürün çizildiği dönemde cumhurbaşkanı değildi’ savunmasıyla karşılık veriyor. Kaçak dövüşüyor.
Bu noktada bir an müfredata alınan karikatürdeki köpeğin isminin Obama ya da Netanyahu olduğunu düşünmeye çalışalım! Ankara’nın eleştirisi kişisel hakaret düzleminde değilse bile, makamın Erdoğan’ın kişiliğinde düşürüldüğü duruma itiraz olarak görüldüğünde haklıdır. Pekala bu müfredatın kolonyalist bir bakış açısı bile sergilediği öne sürülebilir.
Kim daha iyi ısırdıysa…
Irkçılık var olan tahakküm rejimlerini meşru kılmaya yönelik bir ideolojidir dedik. Devletin desteğini aldığında ise suçun, cinayetlerin cezasız kalacağına dair bir taahhüttü içeriyor. Maalesef deneyimlerimizle ezbere biliyoruz bu gerçeği: Dink, Zirve ve Rahip cinayetleri, 90’lar boyunca sürdürülen kirli savaş ırkçılığa devletin verdiği destek olmaksızın mümkün olamazdı.
Son birkaç yıldır Alman devletinin NSU (nasyonal sosyalist yeraltı örgütü) cinayetlerinde aldığı rolün ortaya çıkmasıyla beraber, liberal demokrasinin, bir hukuk devletine sahip olmanın bile ırkçılık ve ırkçı cinayetler karşısında bir engel teşkil etmeye yeterli olmadığını görüyoruz.
Öyleyse diyebiliriz ki ırkçılık karşısında enternasyonel bir tavır alınmadığı taktirde, demokrasi ve özgürlük mücadelesi yerine egemenlerin gösteri sanatlarını izlemek, kim daha iyi ısırdıysa onu alkışlamak zorunda kalacağız.
* Yrd. Doç. Dr., Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü