FREDERIKE GEERDINK
Yıllardır Türkiye’de yaşayan bir arkadaşım geçenlerde başka bir ülkeye taşındı. Demokrasinin tıkır tıkır işlediği bir ülkeye… Hatta bana ‘Yeniden demokrasinin olduğu bir yerde yaşamak çok güzelmiş’ dedi. Sonra da sordu: ‘Sen demokrasiyi özlemiyor musun?’
İlginç bir soru tabii… Özellikle de geçen hafta dünya üzerinde olabilecek en demokratik ülkelerden biri olan anavatanıma gittikten sonra.
Demokrasiyi özlüyor muyum?
Ne zaman Hollanda’ya gitsem, oraya dair neleri özlediğimi fark ediyorum: Arkadaşlarımla bir şişe viski açıp anadilimde hayattan ve aşktan bahsetmeyi, uluslararası kültür hayatını, televizyondaki güzel belgeselleri, şehirde bisikletimle dolaşabilmeyi ve adana kebabı, urfa kebabı, iskender kebabı, mercimek çorbası, mercimek çorbası ve mercimek çorbası dışında bir şeyler yiyebilebileceğim restoranları… İyi de ya demokrasiyi özlüyor muyum?
En son Hollanda’da 2010’da yapılan parlemento seçimlerinde oy kullandım. Seçimlerin sonucunda ortaya çıkan koalisyon hükümeti, dört senelik dönemi tamamlayamadı. Ama 2012’de yeniden oy hakkımı kullanmadım. Çünkü anavatanımda olan bitene karşı kendimde yeterli bir gönülbağı hissetmiyordum. Türkiye’de olan bitene karşı hissediyorum ama… Ancak maalesef burada oy kullanma hakkım yok.
Tabii demokrasiyi sadece ‘oy verme’ mertebesine indirgemeyelim. Demokrasi başka şeyleri de kapsamak zorunda.
Mesela, işini korkmadan yapabilen bir basın, sözünde duran ve güvenilir politikacılar, güçler ayrılığı, gelişen bir sivil toplum, uluslararası bağlamda kabul gören insan haklarına saygı, bu hakların uygulanmasını temin eden otoriteler ve azınlık gruplarının korunması gibi…
Türkiye çuvallıyor
Tüm bu hayati meselelerde, Türkiye’nin çuvalladığını söyleyebilirim.
Demokratik bir ülkede gazeteciler fikirlerini kağıda döktükleri için işlerinden kovulup hapse girmez; devlet, gazete ve televizyon kanallarında çıkan haberleri kontrol etmeye çalışmaz.
Demokratik bir ülkede bakanlar meydana gelen faciları örtbas etmez, rant elde etmez, sorumluluk üstlenip istifa eder.
Demokratik bir ülkede güçler ayrılığı bir partiye ve parti liderine hizmet etmek uğruna göz ardı edilmez.
Demokratik bir ülkede sivil toplum, tehdit edilip karalama kampanyalarına maruz bırakılmaz.
Demokratik bir ülkede liderler, azınlıklar için karar çıkaran uluslarası mahkemeleri küstahça aşağılayıp hiçe saymaz.
Demokratik bir ülkede halk, haklarını savunmak için sokaklara dökülmekten korkmaz.
Ve demokratik bir ülkede 615 milyon dolara 150 bin metrekarelik (beş IKEA yapar) megalomanyakça bir başkanlık sarayı yaptırılmaz.
Lüks hayat
Gerçi bu tür şeyler benim özel hayatımı etkilemiyor aslında. Ben lüks sayılacak bir konumdayım.
Bu ülkedeki basından hiç hazzetmesem de, yabancı bir gazeteci olarak yargılanmaktan ve hapse atılmaktan korkmadan özgürce çalışabiliyorum.
Erkeklerin madenlerde çürüyerek ya da kaçakçılık yapmak zorunda kalarak, evdeki aç çocukları beslemek zorunda kaldığı bir ailem yok.
Türk eğitim sisteminde asimile edilen ve anadillerini doğru dürüst öğrenemeyen çocuklarım yok.
Sokağın ortasında cinayete kurban gitme korkusuyla yaşayan ve böyle bir durumda devletin uğruna parmağını bile kıpırdatmayacağı bir transseksüel değilim.
Yine de tüylerim ürperiyor
Ama yine de bu ülkedeki demokrasi yoksunluğu tüylerimi ürpertiyor. İnsan hakları yine kötülüyor. (Yine diyorum çünkü Türkiye AKP iktidarından önce de demokratik değildi.) Ve bu ülkedeki her yabancı gazetecinin işlerinin bu durumdan nasıl etkileneceğini kara kara düşündüğünü biliyorum.
1990’lara kadar yabancı gazeteciler kovuşturulup sepetlenirdi bu ülkeden. Bu artık yok, ama hükümet yetkilileri ve yandaş medya organları tarafından giderek daha fazla hedef gösteriliyoruz.
Düşüncelerimi sansürlemeden yazıyorum ama son zamanlarda hiç olmadığı kadar, yazdığım bir şeyden ötürü başımın derde girip girmeyeceğini düşünmeden edemiyorum. Başım ne gibi bir belaya girebilir ve nasıl bir önlem alabilirim?
Yargılanması gerekenleri koruyan adalet sistemi
Twitter’da hedef alındığımda hatta tehdit edildiğimde ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Bugüne dek hiç polise gitmedim çünkü yargılanması gerekenleri korumayı tercih eden Türk adalet sistemine güvenmiyorum.
Türkiye’ye girerken pasaport kontrolünde hep geriliyorum. Ancak pasaportum damgalandıktan sonra rahatlıyorum – yine izni kopardım! Ve ne zaman bir protesto haberi yapmaya gitsem, mesela en son Kobani sınırındaydım, kafama bir bibergazı fişeği isabet edecek diye korkuyorum.
O kadar da değil!
Demokrasi yoksunluğu tam da böyle bir şey işte. Devlete, yasadışı bir şey yapmadan, sadece işini yapıp normal hayatını yaşıyor olsan da güvenemiyorsun. Aynı zamanda temel haklar, sistemde kök salmadığı için başına bir şey geldiğinde devletin seni koruyacağına inanmıyorsun.
Sonuç olarak demokrasiyi özlüyor muyum? Özel hayatım açısından beni Türkiye’yi terk edip Kuzey Denizi’ndeki küçük demokratik ülkeme dönmeye mecbur edecek kadar değil.
Hollanda (sorunlu) bir demokrasi olabilir ama orası da yabancılara kucak açmayan, katı, kaba ve çok benmerkezci bireylerin yaşadığı bir toplum. Dedeleri Hollanda’ya göç etmiş Türk asıllı vatandaşların halen ‘yabancı’ muamelesi gördüğüne inanabiliyor musunuz?
Hassas bir denge
Ben toplam sekiz senedir Türkiye’de yaşıyorum ve bugüne kadar hem Türk hem de Kürt arkadaşlarım bana kim bilir kaç kez artık bir ‘yabancı’ sayılmadığımı söylediler.
Şimdilik benim için Türkiye’de yaşamanın verdiği şahsi ve mesleki tatminin hazzı, demokrasi yoksunluğuna göre ağır basıyor. Tek kaygım, bu dengenin bozulması için demokrasinin daha ne kadar eksileceği…