KEMAL GÖKTAŞ
kemalgoktas@diken.com.tr
@kemalgoktas
AKP, iktidarını kalıcılaştırmak ve rejim dönüşümünü tamamlayabilmek hukuku aracı kılarak toplumsal ve siyasal aktörlere ‘operasyon’ düzenlemeye devam ediyor. İktidarı bu yolda ısrarcı kılan ise istediği sonucu aldığını görmesi. Hukuk eliyle dizayn edilen ‘siyasetsizleştirme’ ve ‘hukuksuzlaştırma’dan istifade eden iktidar, bu yöntemi derinleştirerek uygulamaya devam ediyor.
En güncel ve ‘yakıcı’ iki örnek: İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi dün AİHM kararı sonrası serbest kalması gereken Selahattin Demirtaş’ı hem siyasi yasaklı hale getiren hem de içerde kalmasını garanti altına alan bir karar verdi. Yine dün, Gezi dosyalarının raftan indiğini ve beş yıldır bekletilen soruşturma dosyaları tedavüle sokularak çok sayıda kişiye dava açıldığını öğrendik.
Demirtaş açısından oyun çok basitti, çünkü tahliye olmasını önlemek için atılacak adımların ne olabileceği besbelliydi. AİHM kararı “Kesin değil” denerek uygulanmayacak, daha önce mahkemenin ‘örgüt propagandası’ suçundan verdiği ceza istinafta onanarak Demirtaş’ın içerde kalması sağlanacaktı. Nitekim, beklenen oldu ve Demirtaş’ın dosyası öne alınarak Sırrı Süreyya Önder ile birlikte aldığı hapis cezası onandı.
Şimdi AİHM kararına göre tutuklu olduğu dosyada tahliye kararı verilse bile Demirtaş, içerde kalmaya devam edecek; üstelik artık bir hükümlü olarak.
Bu kararın bir sonucu olarak önümüzdeki yerel seçimde Demirtaş’ın belediye başkanlığı adaylığı söz konusu olamayacak. Bir zamanlar Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklılığını vurgulamak için yapılan haberlerde olduğu gibi Demirtaş “muhtar bile olamayacak.”
Demirtaş’ın içerde tutulması için gösterilen bu gayret, hukukun şekli biçimleri itibariyle bile anlamsızlaştığı bir hukuksuzlaşma, anayasasızlaşma sürecinde geldiğimiz noktayı gösteriyor.
Gezi eylemlerine beş yıl sonra açılan soruşturma ve davalar da insan hakları savunucuları ve aktivistlere ulaşan baskı sürecinin, ağırlaşarak devam edeceğini, kendisine yeni hedefler bulacağına işaret ediyor.
Yargı organları bu süreçte hukukun değil, yürütmenin belirlediği operasyonel amaçların hizmetinde… Artık duymaktan bıktığımız terimlerle söylersek ‘düşman ceza hukuku’ mükemmelen uygulanmakta. Siyasi iktidarın tasfiye edilmesine karar verdiği siyasi ve toplumsal aktörler yargı organlarınca ‘hukuk’ kullanılarak içeri atılmakta ya da en hafifinden adli kontrol tedbirleriyle pasifleştirilmekte.
Artık ne anayasadan ne de kanundan bahsetmenin, uygulamaların hukuka ne kadar aykırı olduğunu söylemenin hiçbir etkisinin, anlamının kalmadığı bir zamanı yaşıyoruz.
Bir anlamı olsaydı, Anayasa’nın 90/son maddesine göre AİHM kararlarının derhal uygulanması gerektiğini anlatan hukukçuların bir etkisi olabilirdi.
AİHM kararı bir yana, Demirtaş ve Önder’in ‘örgüt propagandası’ suçundan aldıkları cezalar dava tartışılabilirdi belki o zaman.
Oysa, bu suçu düzenleyen Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2. maddesinde 2013 yılında önemli bir değişiklik yapılmıştı. Değişiklikten önce bir terör örgütünü övücü, destekleyici veya o örgütün lehindeki düşünce açıklamaları ‘terör örgütü propagandası’ suçunu oluşturuyordu. 6459 sayılı kanun AİHM içtihatları doğrultusunda bu düzenlemeyi değiştirdi. Maddenin gerekçesinde propagandaya ancak ‘cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde’ yapılması halinde ceza verilebileceği yazıldı.
Değişiklik çok açıktı ve düşünceyi açıklama özgürlüğünü alabildiğine genişletiyordu. Buna rağmen, yargı muhalif her düşünceye dava açma ve cezalandırma eğiliminden vazgeçmedi.
Son beş yılda yaklaşık 75 bin kişi hakkında dava açılmasına yol açan bir suçtan söz ediyoruz.
Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’in cezalandırıldığı kararın gerekçesinde kullanılan ifadeler, hakimlerin madde metnine hiç bakmadan kafalarındaki bir başka kritere göre ceza verdiğini gösteriyor. Mahkemeye göre Demirtaş’ın Paris’te öldürülen 3 kadın PKK’lı için ‘şehit’ kelimesini kullanması, Önder’in ise ‘Kürdistan’ demesi suç. Oysa kanun metnine göre bu tür ifadelerin değil cezalandırılması, dava bile açılmaması gerekiyordu.
Hukukun bir anlamı kalsaydı, Gezi eylemlerine dava açılmasının neden mümkün olmayacağını tartışabilirdik ya da… Demokratik hayatın vazgeçilmez özgürlüklerinin ‘terör suçu’ olarak görülüp tutuklama ve mahkûmiyet kararları verilmesinin ne anlama geldiğini de…
Bu açıdan Kavala soruşturmasında polisin dağıttığı bilgi notundaki ‘sivil itaatsizlik ve şiddetsiz eylem’ başlıklı toplantıların bir tür darbe hazırlığı olarak değerlendirilmesi de yargının yöneldiği hedeflerin cüretkâr ifşasından başka bir anlama gelmiyor.
Hukuktan tamamen ‘arındırılmış’ bir yargı sisteminin korkunçluğu ve yarattığı çaresizlikle karşı karşıyayız. ‘Sivil itaatsizlik’ ve ‘şiddetsiz eylemi’ darbeye teşebbüs suçu olarak gören zihniyetle ‘rasyonel’ bir tartışma yürütmek, bu iddiaların ne kadar temelsiz olduğunu anlatmak boş bir uğraş gibi görünüyor.
Oysa algılaması zor olsa da Anayasa Mahkemesi’nin çok sayıda kararında belirttiği ilkeleri alt alta sıralamak, yani hukuksuz yargı sistemine karşı hukuku savunmak dışında bir seçenek yok.
Gösteri düzenleme neden bir özgürlük?
Çünkü toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemek ‘ifade özgürlüğü’nü kullanmanın kolektif biçimi. Bu yüzden toplantı ve gösterilere devletin müdahale edebilmesi ancak çok sınırlı hallerde mümkün.
Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına göre bildirim yapılmadan düzenlenen toplantı ve gösterilerin, sırf bu nedenle dağıtılması yasaya aykırı.
Bir gösteride, bir grup şiddete başvursa bile polis sadece şiddete başvuranlara müdahale edebilir, diğerlerinin özgürlüklerini kullanmaya devam etmesini engelleyemez.
Gösteriler günlük hayatın akışında karışıklığa neden oluyor diye de engellenemez. Gösteride savunulan görüşler ve kullanılan ifadeler ‘şaşırtıcı’ ve ‘kabul edilemez’ olsa da gösteriye müdahale edilemez. Hatta devlet bu tür görüşleri savunanların gösteri hakkını kullanması için gereken önlemleri almakla yükümlü.
Eylemlerin ‘yasadışı’ olduğu durumlarda dahi ifade özgürlüğünün kolektif kullanımına müdahale edilmemesi gerekiyor. Öyle ki mevcut düzene itiraz eden fikirlerin barışçıl yöntemlerle ifadesi yani, mevcut düzenin değişmesini talep eden gösterilere de devlet müdahale edemez.
Şiddete başvurmayan kişilere toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkını kullandıkları için ceza verilemez.
Bu ilkelere, yani Anayasa’da ve uluslararası sözleşmelerdeki düzenlemelere aykırı olarak gösterilere müdahale ederseniz insan hakkı ihlali ve suç işlemiş olursunuz.
Hukukun genel ilkeleri, Anayasa, uluslararası sözleşmelerden geçtik…. Hukuk devleti olmaktan da…
“Dostlara adil davranılır, düşmana kanun uygulanır” sözünü aratan bir hukuk düzenine, “Adil olmayacaksan bari kanunu uygula” deme noktasına vardık çünkü…
Adalet yokluğunda dahi, adaletli görünmek gücün en önemli meşruiyet ve rıza üreten kaynaklarından biri. İktidar, gücünü muhafaza edebilmek için başvurduğu bu yolda, iktidarını ayakta tutan en önemli unsur olan ‘rıza kaynağı’nın da çöküşünü hazırlıyor.
Hazırlıyor hazırlamasına da şu kısacık ömür saatinde olan ülkeye, insanlara oluyor.