MURAT SEVİNÇ
Dördüncü yazıya başlamadan önce bir okurun (Çağrı bey) tercih ettiğim bazı sözcüklerle ilgili eleştirisine yer vermek istiyorum.
Özellikle ilk yazıda, ırkçı eğilimlerin ‘körlük’ ve ‘sağırlık’ olduğunu yazmıştım. Görmeyen bir okuyucu olan Çağrı bey, son derece zarif bir e-posta gönderdi. ‘Kör/körlük’ tanımlarını kendisi için kullanma hakkına ancak kendisinin sahip olduğunu düşündüğünü; körlük ve sağırlık gibi sözcüklerin (benim her ne kadar bönlük ve inkarcılık anlamında kullandığımı kabul etse de) böylesi olumsuzluk ifade eden durumlar için kullanılmasını doğru bulmadığını yazmış. Karşılıklı yazıştık. Benim bazı önerilerimi daha uygun buldu ve ben de bundan sonraki yazılarda daha dikkatli olacağımı söyledim. Arada bir ağzımdan kaçarsa affola, elimden gelen özeni göstereceğim.
Kendisine teşekkür borçluyum. Konuya dair Birikim’e çok güzel bir yazı kaleme almış Çağrı Doğan; onu da yazının sonuna ekliyorum. Okumanızda yarar var.
Asıl konudan devam…
Bilinçli ve bilinçsiz ırkçılığın vahim bir durum olduğuna dair yazıya yönelik (az sayıda da olsa) tepkilerden bir kısmının, konuyu ‘bilmiyor’ ya da ‘üzerine pek düşünmemiş’ olmaktan kaynaklandığını daha önce anlatmaya çalıştım. İnsanlar, dillerine pelesenk olmuş, ömür boyu sarf ettikleri, işittikleri kimi ifadelerin son derece vahim bir yere varabileceğini okuduğunda can sıkıntısı yaşıyor. Ben de, ortaokuldayken bir arkadaşım Allah’a inanmadığını, ‘Bence Allah yok’ özgüveniyle dile getirdiğinde ne yapacağımı bilemedim, inanamadım, telaşlandım ve uzun süre kendime gelemedim! Eyüp nahiyesinden söz ediyorum! İlk kez böyle bir şey duymuştum. Arkadaşımdan bir anda nefret ettiğimi hatırlıyorum.
Gel gör ki iyi kötü demokrasiden nasibini almış topraklarda bunlar, ortalama yurttaş açısından sonradan gülümseten ergenlik anıları olarak kalır, kalmalı. Türkiye, ergenliğini atlatamayıp 14 yaşındaki hissini 60 yaşında da yaşamayı başaran, ‘terakki’ye inatla direnen çoğunlukların memleketi. Bakın siyasetçiler arasındaki günlük polemiklere, olup biten hakkındaki değerlendirmelerine, gazeteleri haczetmişlerin zihniyeti ve tercih ettikleri sözcüklere; anlatmak istediğimi çok rahat fark edersiniz.
Tepki duyanlardan birkaçı, söyleyecek başka bir söz bulamadığı için olsa gerek “Canım yalnızca Kürt sorunu mu var?” ya da “Neden sık sık Kürt sorunu hakkında yazıyorsun?” sorularını yöneltmiş.
İkinciden başlayalım. Sorudaki münasebetsizliği de görmezden gelerek!
Bir anayasacıya “Neden sık sık Kürt sorunu üzerine yazıyorsun?” sorusunu yöneltmek yerine; belki de yazmayı hiç bir zaman tercih etmemişlere dönüp “Neden siz bu konuda bir şey yazmıyorsunuz?” diye sormanız daha doğru olur. Kişisel olarak, Türkiye’de yaşayıp ‘Kürt sorunu’,’ ‘emekçilerin sorunları’, ‘laiklik/sekülerlik’, ‘cinsiyetçilik’, ‘ırkçılık’ vesaire konularıyla hiç ilgilenmeyen, bu konulara derslerinde doğru dürüst yer vermeyen ve tek satır yazmayan, herhangi bir siyasi gelişmeyi ‘ilgi çekici’ bulmayan meslektaşlarımı (özellikle kendi alanımı kastediyorum) hayli ‘ilgi çekici’ buluyorum. Bu konu, başka bir yazıyı hak edecek önem ve uzunlukta.
Diğer soru: “Canım yalnızca Kürt sorunu mu var?”
Yıllar içinde deneyimlediğim en sahtekarca sorulardan biri budur. Soruyu yönelten, aynen sorunun yöneltildiği insan gibi Türkiye’deki tek sorunun Kürt sorunu vb. olmadığını bilir. Kuşkusuz tek sorunumuz Kürt sorunu ve Kürtler değil. Yanıtı malum soruyu soran ‘aslında’ o konunun konuşulmasını istemediği için bunu yapmaktadır. Yani, üçkâğıtçıdır. Eğer bir memlekette on binlerce insan yaşamını yitirdiyse ve o can yakıcı sorun, milliyetçi eğilimleri her Allah’ın günü harlayarak diğer tüm sorunlarımızın tartışılmasını dahi engelliyorsa, evet, en temel sorunlarımızdan biri budur. Ve eli kalem tutan herkes, doğru bildiğini yazmakla, dile getirmekle mükelleftir.
Bir başka tepki, “Bunlar sınıfsal sorunlar, ırkçı eğilimlerle ilgisi yok” buyuranlarınki. Söz konusu kategoriyi de, ‘solun bir kesiminin itibarlı yalanı’ olarak adlandırabilirim. Sol dünya da diğerleri gibi, homojen değil. Uzunca bir sol çıtasının üzerinde, en soldan en sağa mebzul miktar çentik var. O sol çıtasının sağına doğru meyleden noktaların bir kısmının sol düşünceyle pek ilgisi olmadığı malum. Kapitalizmle sorun yaşamayan, haliyle antiemperyalizmleri bayatlamış milliyetçilikten ibaret olanlar.
Yalnızca bunlar değil ama. Örneğin yabancı ve özellikle Kürt antipatilerini güzelim ‘sosyalizm’ sözcüğünün arkasına gizleyenler de mevcut. ‘Diğerleri’nden hiç hazzetmeyip utanç verici bu hâllerinin içten içe farkında olduklarından, ‘sol’, ‘sosyalizm’ ve ‘sınıf’ kavramlarının arkasına saklananlar.
Tanımlamaları çeşitlendirmek pekâlâ mümkün. Yaşadığımız, tanık olduğumuz her durumun, yediğimiz ekmek ve hatta Nazım Hikmet’in dediği gibi ‘ölümün dahi’, sınıfsal bir yönü var kuşkusuz. Koşullarımızın, toplumsallığımızın ürünüyüz, başka bir şey değiliz. Ait olduğumuz tabakaların çizilmiş sınırlarında, ‘belirlenmiş’ alışkanlıklarımızla yaşıyoruz. Buna mukabil, sınıf dediğin de kendi içinde pek çok nitelik tarafından bölünüyor. Cinsiyet, kimlikler, etnik aidiyetler, inanç…
İşin sınıfsal boyutu bir yana (beğenmemek, değerli bulmamak, layık görmemek vs.) sorun, berbat ırkçı/mezhepçi eğilim ve davranışları sade suya tirit bir sınıf sohbetiyle örtme çabasında. Bu konuyu ayrıca yazmaya çalışacağım. Şimdilik: Çok sevip değer verdiğim bir yakınım, “Hepsi tamam ama, benim derdim, durumu benden çok daha iyiyken hâlâ ezildiğini söyleyenlerle” dedi. ‘Durumu iyi’den kasıt maddi zenginlik. Muhtemel dalaverecileri bir yana bırakalım. Sizce hali vakti yerinde bir yurttaşın bir başka gerekçeyle dışlandığını ‘içtenlikle’ düşünmesi, ihtimal dışı mı? Örneğin üst orta tabakaya mensup bir Kürt, Alevi ya da Hristiyan yurttaş, kimlikleri küfür gibi kullanıldığında, “Soyumuza sopumuza sövülüyor ama olsun, arabamız lüks, ne gam!” diyorlar mıdır? Zannetmiyorum.
Örneklere devam edeyim:
Geçen hafta bir TV kanalında 11-12 yaş oğlan çocukları için olduğunu tahmin ettiğim bir programda, Yeni Türkiye’nin düşünürlerinden biri, içinde Boşnak yurttaşları incitecek sözcüklerin olduğu izan ve ahlak dışı bir cümle kurmuş. Haklı tepki oldu. Eski futbolcu MHP milletvekili, zehir zemberek sözler sarf etti. Söz konusu tuhaf şahıs programdan atıldı, RTÜK kanala ceza verdi. On binlerce tweet yağdı… Hadi şimdi elimizi vicdanımıza koyalım. Benzer ifadeler okuduğunuz şu son birkaç yazıma konu olan ‘kimlik’lerden biri için sarf edilseydi ne olurdu? MHP’li vekil o açıklamaları yapar mıydı? Şöhretli düşünür, programdan atılır mıydı?
Sizce neden, Malatya’da Alevi yurttaşların kapısına çarpı atılması, yukarıdaki örneğin binde biri kadar tepki çekmedi. İstanbul’da işlerine Yavuz Sultan Selim köprüsünden geçerek giden Alevilerin bu toprakta yaşadıkları acıları, sıkıntıları biliyorsunuz değil mi? Neden, Boşnaklara edilen hakarete gösterilen tepkinin binde biri verilmedi bu olaya? Hatta, doğrusu pek kimsenin haberi de olmadı, fark ettiniz mi? Neden?
Yine geçen hafta, son derece İyi Parti’nin kurucularından biri nefis bir tweet atmış! “Elli bine yakın Türk vatandaşı resmen aç, 1 Milyon 250 bini de açlık sınırı altında yaşarken, Türkiye’deki Suriyelilerin % 32.6’sı fazla kilolu, %27.7’si obez.” Nasıl şahane değil mi? Göçmenlerin obezite sorunu varmış, hay Allah. Nasıl tıka basa yiyorlarsa artık. Bu satıların yazarı bir ‘profesör.’ Ben uzun yıllar çalıştığım üniversitede böyle çok sayıda profesöre tanık olduğum için yadırgamıyorum. Gerçi siz de artık yadırgamıyorsunuzdur muhtemelen. Peki bu profesör bu tweet’i nasıl, neden, kime güvenerek atabiliyor dersiniz? Rahatlığını neye borçlu sizce? “Doluştular” diyen milyonların desteğine olmasın! Bunlar Türkiye’de iktidar adayı. Hani şu AKP’nin karşısında ‘demokratik Hayır bloku’ var ya, işte o bloğun parçası!
Son derece İyi Parti’nin HDP’ye tavrınaysa hiç değinmeyeceğim, çünkü sanırım bunlar da flu görüyor. Flu görmek bir siyasal hattın hastalığı belli ki.
Peki daha geçen ay, Cumhuriyet gazetesinin şair yazarının son derece İyi Parti’ye, çok iyi bir parti muamelesi yapıp o ‘sol selam’ı göndermesi, misal. Aceleyle. Ne dersiniz?
Ya da Sözcü’nün popüler yazarının, yeni partiye bu kez ‘tarihten’ bir selam göndermesi. Yazısında dünyadaki kadın siyasetçi ve yöneticileri vs. sıralamış alt alta. İşte demiş, bu nedenle Akşener’in partisi ’iyi’ bir partidir. Oysa Türkiye’de şu anda bir siyasal partinin eş genel başkanı kadın değil mi? Bir insan siyasal hasmınız olabilir, kişiliğinden de hiç hazzetmeyebilirsiniz; ancak, nasıl bir zihniyet, Türkiye’de halihazırda bir kadın genel başkan ‘hiç yokmuş gibi’ davranabilir sizce? Serpil Kemalbay’ı ses sanatçısı filan zannediyor olabilirler mi?
Ezcümle, birileri diyor ki “Türkiye’de öyle ırkçılık filan olmaz, bunlar sınıfsal!” Bu zırvaya yürekten inananlara kolay gelsin. Diğerleri yalan söylüyor ve bu yalanı söylemeden ‘muteber’ yurttaş kalmaları mümkün değil! Kuşkunuz olmasın.
Örnek çok. Soru çok.
Hiçbir soruyu ciddiye almayıp bir toplumun başına gelebilecek büyük felaketlerden olan ‘ırkçı-ayrımcı’ eğilimlerle barışık yaşamak, mümkün kuşkusuz. Görmemeyi, duymamayı tercih etmek. Aynı aptallıkların içinde debelenip durmak. Siz bir ömür “Ne olacak bu memleketin hali?” dediniz. Çocuklarınız ve onların çocukları da der, olur biter. Gel gör ki bunu demeyecek olanlar da sizinle aynı toprakta yaşıyor. Onlara eziyet ediyorsunuz, sorun bu.
Diğer tercih, şu dünyadan göçüp gitmeden önce yaşamlarınızda bir kez olsun kendinize, “Ben bir yerlerde hata yapmış ve yapıyor olabilir miyim?” sorusunu yöneltmek olabilir. Hiç olmazsa çocuklarınız size minnettar kalır.
Irkçı-faşizan zihniyetle mücadele için, önce fark etmek, kabul etmek, rahatsız olmak, inkar etmemek gerekir. Bir de insanların gözünün içine baka baka yalan söylememek. Ayıptır!
Yazı önerisi: Çağrı Doğan’ın yazısı
Kısa bir belgesel önerisi: Önceki yazıda söz ettiğim Balyan’larla ilgili. Mutlaka seyretmenizi öneririm.