Türkiye’de özellikle son bir yıldır, delirmenin kıyısına ne kadar da yaklaştık. Gezi’den bu yana yaşadıklarımız, gördüklerimiz; şimdi pek hissetmesek de ardında derin izler bırakacak gibi. Üzüntü, öfke ve daha nice olumsuz duygudan nasıl sıyrılacağımızı bilmiyoruz. Artık hiçbir şey iyi gelmiyor. Çıkmaz bir sokaktayız, evet gerçekten artık hep sokaktayız…
Gezi Parkı direnişinin ardından adaleti aradığımız davalar, 17 Aralık operasyonu, sokağa çıktığımız her an polisin hazır beklemesi, maruz kaldığımız sert ve sinir bozucu söylemlerin ardından yaşanan Soma maden faciası ve devamında gelen açıklamalar, sabrımızı gerçekten taşıran cinsten…
Bu halimizi en iyi çözümleyen psikologlar olabilir diyerek Türk Psikologlar Derneği İstanbul Şube Başkan Yardımcısı ve derneğin Travma Birimi Sorumlusu Uzman Klinik Psikolog Serap Altekin’in kapısını çaldık. Altekin, yoğun Soma çalışmaları arasında Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu DİKEN’e anlattı.
“Daha fazla güvensizlik ve öfke oluşabilir”
Türkiye’nin ruh hali, insanların tahammül sınırı ve dayanma gücü ne durumda?
Ülke olarak zor bir dönemden geçiyor olduğumuz muhakkak. Bu topraklarda çok travma, çok kayıp yaşandı, hala da yaşanmakta. Doğal afetlerin sık yaşandığı bir coğrafyadayız; bunlara bir de şiddet, istismar ve terör saldırıları gibi insan kaynaklı travmalar ve de toplumsal olaylarda yaşanan kayıpların yası da eklenince ülke olarak baş etmemiz gereken şeylerin ağırlığı, toplumsal ruh sağlığımızın dayanma gücünün sınırlarını zorluyor.
Yol almamız gereken çok konu var; iş güvenliği, çocuk güvenliği, çocuk hakları, kadın hakları, haber alma hakkı ve bilgiye erişim özgürlüğü, şiddet ve istismarın önlenmesi, anadilde eğitim hakkı ve fırsat eşitliği, halk sağlığı gibi pek çok alan disiplinlerarası etkin bir işbirliğiyle istikrarlı bir yatırım ve emek gerektiriyor. Aksi takdirde, zaten yıllar içinde belirgin derecede azalan tahammül sınırı ve dayanma gücü, yerini daha fazla güvensizliğe ve öfkeye bırakabilir; ki bu da ayrımcılığın, nefret söyleminin ve şiddetin daha da artmasına zemin hazırlar.
“Uzun vadeli eylem planımızı belirlemeye çalışıyoruz”
Türk Psikologlar Derneği olarak Soma’da yaşanan maden faciasıyla ilgili neler yapıyorsunuz?
Facia haberinin geldiği ilk gece, konu ile ilgili örgütlenme ve koordinasyon ağını kurmaya başladık. Takip eden iki akşamda da dernek şubemizde travma birimi ile toplantı yapıldı.
TPD adına, travma alanında deneyimli beş meslektaşımız, öncü keşif ekibi olarak temaslarda bulunmak ve ihtiyaç tespiti yapmak üzere Soma’ya doğru yola çıktı. Beş gündür de Soma’da çalışmalarını sürdüyorlar. Sahadaki ekibimizi her akşam telefon bağlantısıyla travma birim toplantılarımıza dahil ederek durumu, koşulları ve ihtiyaçları birlikte değerlendirip yol haritamızı ve uzun vadeli eylem planımızı belirlemeye çalışıyoruz.
Buna paralel olarak İzmir’de ve Ankara’daki travma TPD birimi üyesi meslektaşlarımızla da koordinasyon içindeyiz. Bu süreçte hem TPD yetkililerinden gelecek son bilgilere, hem de sahadaki öncü ekibimizden gelecek bilgi ve gözlemlere göre yol alacağız.
Soma’da risk altındaki gruplar
Peki şu ana kadarki çalışmalarınızın sonucuna göre Soma’daki durum ne vaziyette?
Gözlemlerimize ve öncü ekibimizin bize aktardıklarına göre, travmanın etkileri açısından en büyük risk altındaki gruplar; öncelikle yakınını kaybeden çocuklar ve ergenler, kadınlar ve yaşlılar. Bu risk gruplarına ek olarak, arama-kurtarma ekipleri, bölgedeki sağlık personeli ve gazeteciler bir diğer risk grubu.
Risk grubu olarak dikkat çeken bir diğer grup ise naaşları yıkamakla görevli, cenaze ve defin işlemlerini yapan görevliler ve yöre halkı… Yörede pek çok insan birbirinin akrabası; bir köyden, bir haneden ya da bir aileden birden fazla cenaze olabiliyor, bu da tabloyu geride kalanlar için daha da ağırlaştırıyor…
Soma’da geriye kalanların en çok ihtiyacı olan şey, manevi destek. Siz psikolog ya da terapistlerin Soma’ya şu an gitmesini uygun görüyor musunuz?
Meslektaşlarımızdan ve öğrencilerimizden en önemli ricamız, bu dönemde kişisel inisiyatifle veya TPD dışındaki örgütlenmelerle sahaya gitmemeleri olacak. Zira, bölgenin şu anki koşulları karmaşık, politik ve bürokratik belirsizlikler de var; bu koşullar göz önüne alındığında münferit gönüllü katılımlar ve müdahaleler yarardan çok kaosa yol açabilme riski taşıyor ve bu da bizi meslek örgütü olarak zor durumda bırakabiliyor.
Bu konuda ortak duyarlılığı ve işbirliğini çok önemsiyoruz. Bu süreç zaten uzun soluklu bir psiko-sosyal destek çalışmasını gerektiriyor, Türk Psikologlar Derneği olarak biz bu desteği vermeye hazırız; zaman içinde herbirimize düşen çok şey olacak. Yeter ki kontrollü, örgütlü ve profesyonelce yürütülen bir destek planı içinde koordine hareket edelim.
Politik saldırı mekanizması
Başbakan’ın üslubu gün geçtikçe sertleşiyor… Bu üslup toplumda nefret söylemini ve ayrımcılığı artırıyor olabilir mi?
Belirgin bir tırmandırıcı, körükleyici etkisi olduğu görüşündeyim. Son yıllarda, özellikle de Gezi sürecinden sonra toplum genelinde bir yanda başkaldırış, direniş, imece, dayanışma ve toplumsal duyarlılık yükseldi ve güçlendi; diğer yanda ise kutuplaşma, ayrımcılık ve nefret söylemleri derinleşti, belki de daha doğru bir ifadeyle, politik bir savunma, hatta saldırı mekanizması olarak özellikle körüklendi ve derinleştirildi.
Gezi süreciyle birlikte, uzun yıllardan sonra belki de ilk kez, korku perdesi biraz olsun aşıldı, öğrenilmiş çaresizlik halinden az da olsa sıyrılındı. İnsanlar ses çıkarmayı deneyimlediler, belki ilk defa kendi seslerini duydular. Şiddet karşıtı olan ve lidersiz yapılanan bir örgütlenme deneyimiydi; herkes birbirini kolladı, sembolik olarak da reel olarak da ‘barış için el ele’ tutuşuldu.
Tüm bu boyutlarıyla son derece öğretici, zenginleştirici, birleştirici ve bütünleştirici bir toplumsal deneyimdi. Ancak diğer yandan, temel insan haklarının ihlal edildiği, özgürlüklerin kısıtlandığı, habere ve doğru bilgiye erişimin otorite tarafından zorlaştırıldığı, farklı seslerin, talep ve ihtiyaçların neredeyse hiç duyulmadığı bir otorite sistemi varlığını gittikçe daha sert bir biçimde hissettirmeye, dayatmaya da başladı.
Bunların olduğu bir sistemde, insanların o sisteme ve otoriteye olan inaçlarının ve güvenlerinin sarsılması, bu güvensizlikle birlikte öfkenin yükselmesi kaçınılmazdır. Baskılar bir yanda korku ve tedirginlik hali yaratırken, bir yandan da öfkeyi ve şiddeti artırır; bunlara paralel olarak da toplum genelinde, ‘biz-siz’ ayrımı yapan yabancılaşma ve ötekileştirme söylemleri artar.
Hakaret ve aşağılama barındıran ‘çapulcu, ayyaş’ söylemleri ne kadar küçük düşürücü ve ayrımcı ise, ‘hüloğğğ’ şeklinde temsil bulan ifadeler de aynı derecede ayrımcı ve küçük düşürücüdür. İnsanları ‘biz-siz’, ‘bize benzer olanlar-bizden farklı olanlar’, ‘Gezici olanlar-olmayanlar’, ‘Aleviler-Sünniler’, ‘Kürtler-Türkler’ şeklinde fazlaca basite indirgenmiş, ötekileştirilmiş ve kutuplaştırılmış etiketlerle tanımlamaya çalışmak; toplumsal ruh sağlığı için de, toplum huzuru ve barış için de son derece büyük bir tehlike ve tehdit unsurudur.
Bu nedenle de hem bir psikolog hem de bir eğitmen olarak son aylarda artan bu ayrımcılık ve nefret söylemlerini son derece endişe verici buluyorum. Türk Psikologlar Derneği olarak da, gerek politikacıları ve akademisyenleri gerekse medya mensuplarını, barışa, birliğe, beraberliğe, toplumsal dayanışmaya, duyarlılığa ve sağduyuya davet ettiğimiz bir çağrı yayınladık geçtiğimiz günlerde…
“Sosyal medyanın ilüzyonlu bir etkisi var”
Sosyal medya aracılığıyla olan biten her şeye olumlu olumsuz, bazen ağır ithamlarla yorum yapmanın ardında sizce ne tür dinamikler var? Bu bizim psikolojimizi nasıl etkiliyor?
Sosyal medyada verilen tepkileri, sarf edilen sözleri, yapılan ithamları, münferit olarak bu olayların tetiklediği tepkiler olarak görmektense, konuyu daha geniş bir açıdan, ülkenin içinde bulunduğu sosyo-politik sürece bağlı olarak, toplumun genel ruhsal durumunun bir dışavurumu, bir sonucu olarak görmek daha isabetli olur.
Sosyal medya kullanımının insanlarda ilüzyonlu bir etkisi var. Sosyal medya, bugünün dünyasında en hızlı ve en güçlü sosyal etkileşim aracı. Ama bu aracın ne amaçla, nasıl kullanılacağı, elbette onu kullanan insanların sağlıklılığı ve sorumluluğuyla yakından ilişkili. Sosyal medya, bir yandan çok hızlı bir biçimde bir örgütlenme, bir destek ve dayanışma aracı olabiliyor; ancak öte yandan, yine çok hızlı bir biçimde, bir linç, bir karalama hareketi ya da bir kutuplaşma aracı da olabiliyor. Nitekim son aylarda bunun örneklerini de maalesef oldukça sık yaşadık, yaşıyoruz.
“Sosyal medyada konuşmanın riski az”
Bunu ilüzyonlu bir etki diye nitelendirmemin sebesi ise, insanlar sosyal medyada kendilerini daha özgür hissediyorlar çünkü sanal ortamda bir şey yazmak, bir insanın gözlerine bakarak bunu söylemekten çok daha kolay, bedeli ve riski çok daha az. Bu yanılsamalı etkiye bir de durumun, koşulların ve hatta toplumsal dinamiklerin etkisi de eklendiğinde gözlemlediğimiz sonuç, baskı ve stres altında artan saldırganlık oluveriyor.
Tıpkı, kontrollü deney ortamlarında da saptandığı biçimde, stres altındaki maymunların ve farelerin sebepsiz saldırganlaşması gibi, insanlarda da empatiden uzak, saldırgan söylemler ve davranışlar artıyor stres altındayken ve sosyal medya da bunu en hızlı ve en çarpıcı biçimde gözlemlediğimiz mecralardan biri oluyor haliyle.
Medya ve hatta özellikle televizyon muhabirleri bu tür facia haberlerini halka aktarırken nelere dikkat etmeli? Bazı muhabirlerin çocuklara ve kadınlara sorduğu sorular tepki topladı mesela...
Naaş fotoğraflarının ve ailelerin teşhis sürecindeki görüntülerinin yayımlanmaması, çocukların fotoğraflarının kullanılmaması bir diğer önerimiz. Haberlerin içeriğinin sunuluş biçiminde, haberi çarpıcı kılmak adına gerçekliği dramatize eden sansasyonel ifadelerden, manşetlerden kaçınılması yararlı olacaktır.
Ayrıca şu günlerde televizyonda yayın akışlarının değiştirilmesini, eğlence programlarının ve dizilerin yayımlanmamasını daha uygun buluyoruz. Bunların yerine gündeme dair doğru bilgilerin ve haberlerin ağırlığının artırılmasını ve bu haberlerin mutlaka travma, kayıp ve yas süreçlerine dair psiko-sosyal bilgilendirme ile birlikte sunulmasını önemsiyoruz.
‘Çocukları TV karşısında yalnız bırakmayın’
Ebeveynler olanları çocuklarına nasıl anlatmalı?
Bu dönemde çocukları bilgilendirmek ve desteklemek çok önemli. Çocuğa neler olduğuyla ilgili bilgi verin; soyut kavramlardan kaçının, basit, somut ve çocuğun yaşına uygun, anlaşılır kelimeler kullanın. Toplum olarak hepimizin üzgün olduğunu da ifade edin. Bunu yaparken güven verici olmayı ihmal etmeyin.
Varsa sorularını yanıtlayın, size soru sorabilmeleri için fırsat verin, onlara zaman tanıyın. Duygularını dışavurmalarını kolaylaştırın. Ağlamasına izin verin, hiçbir şekilde ‘Ağlama’ demeyin ve ‘Güçlü olmalısın’ gibi sözler sarf etmeyin; bırakın acısını yaşasın, duygularını dışavursun. Günlük rutinleri olabildiğince koruyun, karışıklıktan ve düzensizlikten kaçının.
Çocukları TV karşısında yalnız bırakmayın; TV ve internet ortamında yayımlanan arama-kurtarma çalışmaları, naaş görüntüleri ve şiddet haberlerine kontrolsüzce maruz bırakmayın, olabildiğince uzak tutun.
“Bu dönemdeki birçok tepki anormal duruma verilen normal tepkilerdir”
Hepimiz, delirmeye ramak kalmış gibi hissediyoruz… Böyle bir gündemde gösterdiğimiz hangi tepkileri normal sayabiliriz? Ve tabii akıl sağlığımızı korumak için ne yapmalıyız?
Duygu durumunuzda ani değişiklikler olabilir, uyku ve iştah problemleri yaşayabilirsiniz, sosyal anlamda geri çekilme, ilgisizleşme haliniz artabilir, tepkisizlik, hissizlik ya da tam tersi aşırı tepkili, öfkeli ve toleranssız olma hali görülebilir, konsantrasyon kaybı ve motivasyonunuzda azalma işteki performansınızı azaltabilir, olayı hatırlatan kişi ve mekanlardan kaçınma veya oralara özellikle sıklıkla gitme arzusu dikkat çekebilir, olayı tekrar tekrar yaşama hissi olabilir, gözünüzün önünden silemediğiniz görüntüler, kulağınızda çınlayan sesler ve sözler gibi…
“Üzücü toplumsal olaylarda ilk haftalarda benzer belirtiler yaşanır”
Ya da bazen olayı veya bazı kısımlarını hatırlamakta güçlük geçebilirsiniz… Çevreye ve kendinize yabancılaşmış gibi hissedebilirisiniz. Böylesine sarsıcı ve üzücü toplumsal olayların ardından, ilk günlerde ve ilk haftalarda bu ve benzeri belirtileri yaşamanız normal kabul edilir.
Bu süreç içerisinde yaşadıklarınızı ve hissettiklerinizi çevrenizle paylaşmaktan çekinmeyin. Bu dönemde ortaya çıkabilecek duygusal, bedensel ve davranışsal birçok tepki, ‘Anormal bir duruma verilen normal tepkiler’ olarak tanımlanır, bunu unutmayın ve paniklemeyin. Eğer yaşadıklarınız daha uzun süre günlük hayatınızın gidişatını sekteye uğratmaya başlıyorsa ve kendi kendinize baş etme gücünüzü aşıyorsa, bir ruh sağlığı uzmanından yardım ve destek almaktan çekinmeyin.