MURAT SEVİNÇ
Yaklaşık iki yıl önce, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmayan ama uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan ve çalışan bir yakınımın başına şöyle bir şey geldi: Metrobüsteyken, muhtemelen uyuklayan şoförün hatası nedeniyle, durup dururken ve hızla bariyerlere çarpıyorlar. Camlar kırılıyor, araç güç bela duruyor.
İnsanlar yerde, hafif mi ağır mı belli olmayan yaralılar var ve sürücü telaşla otobüsün içinde sağa sola koşturup “Bir şey yok, bir şey yok” diyerek devam etmek istiyor. İnsanlar tepki gösterince sürücü durmak zorunda kalıyor, fakat hiçbir şey yapmıyor. Bunun üzerine yakınım, çaresizce telefona sarılıp kaza ihbarı ve ambulans için numaraları çevirince, yanındaki ‘tanımadığı’ bir erkek (yakınım bir kadın) “Nereyi arıyorsun şimdi” sorusunu yöneltiyor. Diğer yolcular kalakaldığı için 155’i aradığını öğrenince sinirlenip bağırıyor ve yakınımım yabancı olma ihtimalini de fark edip sözlerini şöyle bağlıyor: “Yalan söylüyorsun, sen yabancısın galiba, beğenmiyorsan git kendi memleketinde yaşa!”
Bu kısa hatıranın, siyaset bilimini, tarihi, sosyolojiyi, psikolojiyi, cinsiyet çalışmalarını, ekonomiyi vs., özetle, birden çok sosyal bilim dalını ilgilendiren yönleri var. Hangi ucundan tutarsanız sabaha kadar yazacak şey bulmak mümkün.
Tüm boyutları bir yana beni burada aslı ilgilendiren, tepki verenin bir yandan çok tanıdık, diğer yandan görece yeni bir yurttaş tipi oluşu.
Hikâyedeki yakınım bir yabancı. Türk-İslam sentezinin güncel mahsulü açısından, yeteri kadar itici bir nitelik. Mini etekli ve makyajlı bir ‘kadın,’ elinde kitap olan ‘entel’ bir genç, uzun saçlı bir ‘rockçı’ da olabilirdi telefonuna sarılan. Kim olduğunun, o esnada ne düşündüğünün bir önemi yok aslında. İktidar partisinin klasik seçmen profiline dâhil olduğu varsayılanın dışında herhangi biri, bu muameleyle karşılaşabilir.
Yakınıma sinirlenen o insanın tasası, genel olarak ‘devlet’ başlığı atında toplanabilecek güce, o gücün temsil edildiği ‘makama’ koşulsuz ve tereddütsüz sahip çıkmak. Türkiye ahalisinin ortalaması, insanın/kendilerinin devlet için var olduğu kanısıyla yaşıyor, bu yeni bir durum değil. Devleti o esnada temsil edenlere sempati duyuyorsa, onları korur kollar ve kayırır, bu da yeni değil. Yeni olan, daha önceki dönemlerle karşılaştırılmayacak ölçüde ‘fanatik, benzersiz derecede adanmış, kendisini dev aynasında görmesini sağlayan bir lidere sadakat duyan’ yurttaş tipinin varlığı. Bu insan, iktidar dişlileri tarafından özene bezene ‘üretildi’, biz de şahitlik ettik!
Söz konusu fanatizmin ‘çoğunluğu’ temsil etmediği düşüncemde ısrarcıyım. Fakat her koşulda ama her koşulda devleti, daha doğrusu devletle özdeşleştirdiği ‘lider’ini gerektiğinde tüm mantık kurallarını ve ölçüyü terk ederek savunmayı görev bilen bir kitle var elbette, bunun farkındayım.
Oturmuş bir karakterleri ve emek harcayarak oluşturdukları kanaatleri, haliyle ciddiye alınabilecek düşünceleri olmadığından, taban tabana zıt günlük siyasi söylemleri aynı tutkuyla sahiplenebiliyorlar. Güce yaslanmak ve nimetlerinden yararlanmak dışında bir ilkeleri, dertleri, idealleri yok. Hakikaten yok. Hiç ihmal etmeyelim, sözünü ettiğimiz insanların neredeyse tümü, üç beş yıl öncesine dek cemaat sempatizanıydı ve cemaat karşıtlarına saldırmakla meşguldü!
Demirel, Özal, Erbakan sevgisi gibi bir şey değil, bugün ve bu yazıda konu edilen kitlede söz konusu olan. Gençliğim, muhtemelen sizinki de, bu isimler etrafında dönen tartışmaları, kavgaları dinleyerek geçti. Bu kez salt partizanlıkla açıklanamayacak bir durum var. Liderleri “Siz insan değil, serçesiniz” dese, sekerek yürümeye çabalayacak ve yürümeyenleri ‘ihbar’ edip ezmeye yeltenecek bir zihniyet.
Sevmediklerinin acı çekmesinden, örneğin aç kalmasından, türlü yoksunluklar içinde yaşamasından, hatta ölme ihtimallerinden, gözle görülür bir haz duyuyorlar. Düşüncelerine karşı oldukları bir muhalif ömür boyu cezaevinde kalsa, geçen yılların her anından zevk alır bir halleri var.
Metrobüsteki insan, ‘yabancı’ yakınımın kaza nedeniyle bir yerleri (155’i!) aramak istemesini kendisine, devletine, liderine, partisine bir saldırı olarak algılıyor. Hastalıklı ve kötücül bir durum bu, buna mukabil siyasal-sosyal gelişmelerin ‘hastalık’ sözcüğüyle açıklanması doğru değil. Fizyolojik değil, toplumsal bir marazdan söz ediyoruz, ilacı eczanede satılmıyor.
Perşembe sabahı önce Ünsal Ünlü’de dinleyip ardından internette okuduğum bir haber, bunları düşündürdü bana.
İstanbul’da bir kamu kurumunun (Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü!) müdür yardımcısı, bir Roman yurttaşın, kısaca, “Ekmek parası kazanmam lazım, nasıl evde kalayım?” dediği haber görüntüsüne, Tweeter hesabından “Geber” diyerek yorum yapmış!
Gebermesini istediği kadın şunları söylemiş: “Şu anda çok mağdur durumdayım. Bu sabah, ayıptır söylemesi, çocuklarıma kahvaltı ettiremedim ve bu benim zoruma gitti. Devletimiz bu duruma bir el koysun. Şimdi çocuklarım aç kalmasınlar diye dilenmekten geliyorum. Pastaneleri, çöpleri gezerek çocuklarıma ekmek getirdim. ‘Kal’ diyorsunuz ama mecburuz gitmeye. Çoluk çocuğumuz var, açız yani aç, aç. Biz açlıktan ölelim ama çoluğumuza çocuğumuza bir şey olmasın. Bana ne güzel diyorlar ki, ‘Çıkma, çıkma.’ Mecbur çıkacağım. Bir gelir olmayınca ne olacak? Mecbur kendimi dışarı atacağım. Şu anda ben dilenmekten geliyorum, kim bunu biliyor? Sadece ‘çıkma’ yapıyorlar. Gelsinler evimin halini görsünler.”
‘Geber’ sözcüğü bir süre kalmış, ardından silmiş, sonra da hesabını kapatmış. Tepki çok büyük olunca, bakanlık, bürokratın açığa alındığını ve soruşturma başlatıldığını duyurmuş.
Eğer Türkiye’ye yaşamında ilk kez dün gelmiş, Türkçe ve Türkiye hakkında hiçbir fikri olmayan bir Yeni Zelandalı olsaydım, bakanlığın yaptığını çok yerinde bulur ve umutlanırdım. Buna mukabil, Türkiye’ye 50 yıl önce geldiğim ve Türkçe bildiğim için, söz konusu şahsın bir süre dinlendirilip olay unutulduktan sonra görevine dönme ve zaman içinde terfi alma ihtimali olduğunu tahmin ediyorum.
Görevine dönse de dönmese de, o memur, yukarıda sözünü ettiğim ‘yeni tip’in kusursuz örneklerinden. Metrobüste, destekçisi olduğu sisteme kulluk eden sıradan ve muhtemelen yoksul yurttaştan farklı olarak, her bir sözcüğünün karşılığını göreceğini bilen ve hesaplayarak davrananlardan. Ayrıca dâhil olduğu dünyada “Geber” temennisinin fahiş hata kabul edilmesi, büyük ölçüde kime yöneldiğiyle ilgili! Böyle birinin çevresinin de benzer duyguları paylaştığından pek kuşku duymuyorum ne yazık ki.
“Geber” dediği insanın bir Roman ve kadın oluşu ise tercih ettiği sözcüğün şiddetini belirleyen etmenlerden biri olmalı. Daha zayıf, daha korunaksız, herhangi bir iktidar odağına çok uzak. Yoksa örneğin bir KHK’lı ya da HDP’li ve hatta CHP’li için sarf etmiş olsa yüksek sesle takdir de görebilirdi.
Bakın ben bu satırları yazarken, CHP milletvekili Özgür Özel genel kurul konuşmasında, bir diğer milletvekili “İdris Baluken içeride ölsün mü?” sorusunu yöneltince, iktidar partisi sıralarından birinin “Ölsün” dediğini belirtmiş. İnsaflıymış, gebersin değil, yalnızca ölsün demiş!
Diğerleriyle aynı yüz ifadesine, aynı bıyık modeline ve tabii ki aynı ceket deseni ile yüzük tipine sahip malum müdür yardımcısı; her koşulda liderini savunmak, dolaylı da olsa ona ‘dokunma’ ihtimali olan en cılız eleştiriye dahi şiddetli tepki vermek zorunda hissediyor belli ki. Başka türlü var olabilmesi, sahip olduklarını edinebilmesi, yakınlarını nasiplendirebilmesi imkânsız. O da bunun farkında ve nasıl davranması gerekiyorsa, öyle davranıyor. Tabii, “Böyle biri nasıl olur da bürokraside…” şaşkınlığıyla söze başlayanların, komik olmayan bir şaka yaptıklarını düşünmek istiyorum. Memleketten bu denli habersiz olamazlar!
Konu da, ilgili şahıs da çok sevimsiz, uzatmayacağım. Böyle biriyle ilgili yazmak lüzumsuz, farkındayım. Bir değil, iki değiller… Okuduğunuz satırların tek nedeni, o müdür yardımcısının tavrının münferit olmadığının altını koyu kalemle birkaç kez daha çizmek istemem.
Evet, azınlıkta olduklarında ısrarcı da olsam, yalnızca metrobüslerde değil, kritik olan her yerde, her makama yerleşmiş bir insan tipi o. Sırtını, ‘mecbur’ olduğu iktidara dayamış olmanın süfli kibriyle, her yerde. Açlığa mahkûm edilene bakıp “Ağaç kemirsin” der, ailesi dereyi geçmeye çalışırken boğulan bebeği duyduğunda “Büyüseydi terörist olurdu” der ve “Açım” diyen bir yoksul kadına, “Geber”…
İşlerinden sorgusuz sualsiz atılıp açlığa, birilerinin tabiriyle ‘sosyal ölüm’e terk edilen on binlerce yurttaşa “Ağaç kemirsinler” tavsiyesinde bulunulması pek tepkisini çekmemişti Anadolu irfanıyla yoğrulmuş yurttaşımızın.
Buna mukabil, “Geber” ifadesine biraz daha güçlü bir tepki doğdu sanki. Çok acımasız bulundu bürokratın tercih ettiği sözcük. Ne dersiniz, belki bu bile iyi bir şeydir. Belki göze girmek için kontrolsüzce ve zamansız sarf edilen o “Geber” ifadesinin rahatsızlık vermesi, umut olmalı!
Zira insanlık çıtamız, bu seviyede artık: Hadi ağaç kemirmesi neyse de, yok canım, açlıktan gebermesin kimse!
Tanıl Bora’nın ‘korku’ üzerine kaleme aldığı yazıyı da okumanızı tavsiye ediyorum.