MURAT SEVİNÇ
İktidar partisinin emekli edilmiş özgül ağırlığı, Cemaat konusunda ‘Bana ahmak diyebilirsiniz’ buyurdu.
Tevazudan olsa gerek, kendisine ne denileceğinin sınırını da yine kendisi belirlemiş oldu. Bir önceki devlet başkanı Gül, ‘Darbe teşebbüsünü Gülen cemaati mensuplarının organize ettiği deşifre oldu,’ dedi.
Bugün, Türkiye’nin başkentini 20 küsur yıldır yöneten insan, Fethullah Gülen için, ‘Üç harfliler ile insanları esir alıyor,’ tespitini yaptı. Bu dehşetli tespitin (!) sahibi, tam dört kez seçim kazandı, milyonlarca insanın oyunu aldı.
Bu arada AKP’li siyasetçi ve yandaş olan olmayan çok sayıda basın mensubu, ‘FETÖ’den en çok ben nefret ediyorum’ kampanyası başlatmış gibi. O sırada ağızlarına gelen en ağır ve tuhaf sözcükleri peş peşe sıralıyorlar. Bir tam gün içinde, demokrasiyi, hukukun/anayasanın üstünlüğünü, demokratik devlet ilkesini ‘hatırlayan’ yüz binlerce insan çıktı ortaya. Kahramanlık hikâyeleri birbirini izliyor.
İnsan, ‘Acaba yıllardır başka bir ülkede mi yaşıyoruz?’ diye sormadan edemiyor.
Ve tam bu esnada, yaşamı boyunca insan haklarını savunan bir akademisyen olan, zamanında Diyanet ile ilgili kitabını okuyup çok şey öğrendiğim Prof. İştar Gözaydın, çeşitli paylaşımları nedeniyle, iki gün sonra OHAL KHK’si ile kapatılacak olan (!) üniversitesindeki görevinden alınıyor.
Paylaştığı yazılardan biri bana ait. Darbe girişimi sonra yazdığım ve darbeye, linç kültürüne, hukuk dışılıklara karşı çıktığım yazı. Diğer paylaşımları da idam ve darbe karşıtı. La havle, gerçeklik duygusunu yitiriyor insan!
Bugün Cemaat’e ‘nefret’ kusan dil, öncesinde yine aynı sertlik ve duygusallıkla ‘sahiplenen’ dilin ikizi. Aynı adanmış, aynı kızgın, aynı arabesk ruh hali.
Adını koyalım: Seven ve nefret eden, ‘erkek oğlu erkek’ dil ve zihniyet…
Uzun süredir devam eden, giderek derinleşen ve aklı başında herkesi kaygılandıran toplumsal yarılmanın üzerine gelen silahlı zorbalık girişimi, sıradan insanı ne hale getiriyor? Milyonlarca yurttaş, yaşlı çoluk çocuk… ‘Biz de ahmak diyelim o zaman’ diyerek işin içinden çıkabilecek miyiz? Birine hakaret edince, daha mutlu insanlar haline mi geleceğiz? Gelir seviyesi mi artacak ya da daha güvenceli bir yaşama mı kavuşacağız?
Bir iki kişisel örnek üzerinden gideyim:
80 küsur yaşındaki annemin yanında ne zaman bilgisayarın başına otursam, telaşlanıyor. Yeni değil, uzun süredir. Öyle nane molla bir kadın da değil hani. Çocukluğu 1930’lar doğusunun çetin koşullarında geçmiş, köyden kente göçün tüm sıkıntılarını, yoksunluklarını yaşamış, son derece güçlü, dirayetli ve dindar biri.
‘Anne mesajlara bakacağım’ dediğimde dahi, ‘Aman dikkat et’ demeye başladı. Cumhuriyet’in en yoksul ve sıkıntılı zamanlarını, tüm darbeleri vs. görmüş birinden söz ediyorum. Onu telaşlandıran, canını sıkan şey, o sırada herhangi bir şey yazıyor olmam. Olabilecek en sıradan yaşamı süren ve şu vasat yazıları kaleme alan biri için telaşı.
Sabahtan akşama birkaç kez ‘ajans’ dinliyor. Duyup gördüklerine inanmakta zorluk çekiyor. Her sokağa çıkışımız onun için fazladan kaygı nedeni haline geldi. Yalnızca, sokağa çıkılıyor oluşu!
Haksız da diyemiyorum çünkü son bir yılda Ankara’yı üç kez, yaşayıp yaşamadığımı öğrenmek için aradı…
Çevremdeki hemen herkes, akademik ya da değil, farklı düzeylerde kaygılı. Pek çok arkadaşımız, yılın ilk aylarını imzacı soruşturmalarına savunma hazırlayarak geçirdi. Fakülte kapısında bekleyen TOMA’lar. Polis müdahaleleri. Yeni soruşturmalar, gözaltılar. Güneydoğu’da olanlar. Seyretmek zorunda kalmak/olmak…
Yorgun düşmüş insanlara, ‘Sen de pek zayıfmışsın’ bilgiçliğiyle seslenmek, sorunu hallediyor mu? Ya da her bitkin düşene, ‘aman canım bunlar ne ki, 12 Eylül’ü görmeliydin’ diyen o ‘kibrin yaş almış hali,’ hangi derde deva? Üstelik dostların bir kısmı, 12 Eylül’ün en acımasız halini görmüş, yaşamış, arkadaşlarını yitirmiş insanlar…
Genç insanların halini merak ediyor musunuz? Türkiye, birbiriyle ilişki kurması giderek imkânsızlaşan farklı tabakalara mensup bir gençlikle karşı karşıya. Kiminle konuşsanız herkesin liseyi kolayca bitirmesinden, sınıfta kalmanın terk edilmesinden vs. şikâyetçi.
Yedinci sınıftaki çocuğun düzgün okuma yazma öğrenememiş oluşundan dertlenenler var. Bir yanda dünyaya açık ve ondan haberdar, hayli masrafla yetiştirilenler; diğer yanda neredeyse gözden çıkarılmış çocuklar.
Aklını fikrini imam hatip açmakla bozmuş bir yönetici ekip. Okumuşlara yönelik akıl almaz sözler…
Bu koşullarda büyüyen çocuklara, ülkeye dair söyleyecek umutlu sözlerimiz var mı? Ben ve çoğu tanışım, benden önceki kuşak, topluma hizmetin ne denli değerli olduğu düşüncesiyle yetiştirildik. İşin doğrusu, beynimiz yıkandı! İçinde yaşadığımız topluma borcumuz vardı. Vergisiyle yetiştiğimiz insanların çocuklarına. İnsan ne öğrendiyse onu aktarıyor.
Yıllardır, sohbet ettiğimiz öğrencilere aynı şeyleri söyleyip duruyoruz: Yurt dışında olmak iyidir, dünyaya açık olmak iyidir, gidip yaşamalı, eğitim almalı, gezip tozmalı ama insan sonunda vatanına dönüp her ne biliyorsa buraya aktarmalı.
Doğrudur yanlıştır bilemem, bizlerin öğrendiği buydu…
Öğrencilerimizden birinin, bir iki gün önce gönderdiği mesaja gelmek istiyorum. Buna benzer başka mesajlar geldiği gibi, son iki üç yılda çok öğrenci yüz yüze de aynı şeyleri söylemeye başladı. Özetleyeceğim, son gelenlerden ve derli toplu bir anlatımı var. Adını vermeyeceğim ve tabii iznini aldım yayınlamak için.
Sohbet kısmını geçip kısaltarak: “…Bir seneyi aşkın süre sonra ilk defa bu gece bilgisayarımda indirilmiş halde bulunan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı açıp okumak zorunda kaldım. Yurttaki oda arkadaşlarıma bildiğim kadarıyla OHAL tanımı yaptım. Sonrasında, teoride öğrendiğimiz kavramları pratikte tecrübe etmek zorunda kalışımızın farkına varıp şaşırdım. Cuma gecesinden sonra ilk defa bu gece uyuyamadım ve kesif bir umutsuzluk içinde kıvranırken aklıma bize devamlı öğütlediğiniz sözler geldi. ‘Umutsuz olma hakkınız yok,’ diyordunuz, ‘Bu ülkenin sizin gibi gençlere ihtiyacı var.’ İzninizle hocam, an itibariyle güzel şeylerin olacağına hiç ihtimal vermediğimi ve teslim bayrağımı çoktan çektiğimi belirtmek istiyorum. Yine de bu çaresizlik canımı çok sıkmış olacak ki bu saatte bir çıkış yolu bulmaya çalışıyorum. Bu karanlık günlerden kurtulma ihtimalimiz var mı? Bahsettiğiniz umuda sahip olmak için neye inanmalı, neye tutunmalıyım?… Hiçbirimizin dayanacak gücü kalmadı. Bu ülkenin gerçekten bizim gibi gençlere ihtiyacı olabilir; ama bizim devam etmeye yetecek kadar inancımız/umudumuz yok ne yazık ki… Işığı görebilecek olduğumuza inanmak istiyorum.”
Ne dersiniz? Çok mu şımarıkça? Böyle düşünen genç insan sayısı hakkında fikrimiz var mı? Hatta çok benzer düşünen mütedeyyin öğrencilerin sayısı hakkında fikrimiz var mı? Umursayalım mı yoksa ‘Hadi oradan ergen bunalımları bunlar’ mı diyelim? Mesaj yazan, dertli çocuklar dil ve diller bilen, yüksek puanlarla üniversiteye girmiş, Türkiye’nin nitelikli insan kaynağını oluşturuyor.
Bir diğer örnek: Kalabalık bir derste, kamu hizmeti ve idarenin tarafsızlığı gibi konulardan söz ettikten sonra sordum: ‘Bir tanıdık bulmadan kamuda işe girebileceğini düşünen var mı?’ Yalnızca iki öğrenci parmak kaldırdı.
Devam ettim: ‘Peki bu yöntemin ahlaki ve doğru bir yöntem olduğunu savunabilecek var mı?’ Hiç kimse yanıtlamadı. Ne demektir bu? 20 yaşında pırıl pırıl insanlar temel ahlaki ilkelerden ödün vermeden ekmek sahibi olabileceğini düşünmüyor! Bugüne kadar böyle düşünmemiş olanlar, şu basit anketi kendi çevrelerinde de yapabilir.
Bir memleketin başına daha kötü ne gelebilir?
Son örnek: Geçen dönem yanıma gelen iki üç öğrenci, Gülen’in bir lisesinden mezun olduklarını ve ‘bundan sonra işe girme şansları olup olmadıklarını’ sordu. 19 yaşındaki bu birinci sınıf öğrencilerine ne yanıt verirsiniz? Devlet tarafından büyük iltifatla desteklenmiş okullardan herhangi birine verilmiş, yüksek puanlarla üniversite kazanmış ve şu anda ne yapacağını bilemez haldeki ‘çocuklar’ bunlar.
Öneriniz var mı?
Yıllarca kadrolaşma eleştirildi. Klientalizm eleştirildi. ‘Yanaşmacılık’ ya da daha amiyane tabirle, ‘kıyakçılık’ olarak Türkçeleştirebiliriz.
Bunlar AKP ile başlayan hastalıklar değil kuşkusuz. Cemaat kadrolaşması da yeni değil. Yurt dışında açılan okulların, devletin çok işine geldiğini hepimiz biliyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam okullar nedeniyle Gülen’e bir ödül de Ecevit vermişti. Gülen’in birlikte fotoğraf çektirmediği, ilişki içinde olmadığı yönetici, iş adamı vb. yok gibi.
İltifat, AKP döneminde zirveye çıktı. Peki, şu aralar siyasetçiler örneğin ‘cüppeli Mehmet ağalarla’ poz verdiğinde rahatlıyor muyuz? ‘Hah işte demokratik hukuk devletinin ilkeleri işlemeye başlayacak,’ diye düşünen var mı?
Anlatmaya çalıştığım, buradaki can yakıcı sorunun, her ne kadar en etkilisi ve cüretkârı olsa da, tek bir cemaat ile ilgili olmadığı. Vahamet, tümüyle ‘güç’ talebi ve ‘destek’ uğruna, liyakat ilkesinin terk edilmesi. Devleti kaçınılmaz biçimde çürüten tercih.
Örgütlenen, kayırılan (kıyak yapılan!) ha Gülen olmuş ha başka bir grup ya da cemaat, tarikat. Sorun, eşitlik ilkesinin terk edilmesi. Sorun, liyakatin terk edilmesi. Sorun, demokratik hukuk devleti idealinin aldığı yara. Sorun, laikliğin inançlı insanlar için de yaşamsal önemde oluşunun göz ardı edilmesi. Ve tabii temel sorun, Türkiye’de yönetici olan kadroların devleti ‘ele geçirilecek’ bir aygıt olarak algılama eğilimleri.
Bunlar birbirini besleyip büyüten arazlar.
Tabii, tüm cemaat ve tarikatların, sosyal devlet zafiyetinden palazladığı da bir büyük gerçek ama başka yazının konusu olacak…
Eğer işe girmek için gerekli aşamalardan biri ‘sınav’ ise, o sınava başvuru için gerekli koşullara sahip olanlar başvurur ve sonunda kim hak ediyorsa o alınır. Alınanın AKP’li, CHP ya da HDP’li oluşu, o insanların hiç kimsenin müdahale edemeyeceği tercihleridir. Bu denli basit bir kural dahi ‘lüks’ haline gelmiş durumda.
Ankara’da ve bizim çevrelerde yaşayanlar, bürokraside ne olup bittiğini daha rahat gözlemler. Bana kalırsa Türkiye, epey zamandır sağlam bürokrasi/devlet ‘geleneği’ sayesinde ayakta durabiliyor! Bir örnek Dışişleri’nden vereyim. Girişteki yazılı sınavı kaldırıp teste dönüştürdüler. Ardından yüzlerce genç alındı. Bilemiyorum, alınanlardan bir kısmı kuşkusuz hak edenlerdir.
Buna mukabil, ilk kez bazı aday memurlar ‘dil kursuna’ gönderildi. Olacak iş mi? Mülkiye’den çok uzun süre sonra ilk kez bu yıl sekiz dokuz kişi aday meslek memuru olabildi. Bu anormallikleri yalnızca, ‘artık çok okul var’ ile açıklamak mümkün mü? Her şey gözümüzün önünde olup bitti.
Üç beş gün önce kelepçe takılan Gazi Üniversitesi rektörü, yanlış hatırlamıyorsam seçimde beşinci sırada olmasına rağmen atanmıştı. Neden peki, hiç kimsenin fark edemediği bir dehası mı vardı? Yüzlerce örnek vermek mümkün…
Şimdilerde bizlere yukarıdaki soruları yönelten, bunalmış öğrencilerle sohbet ederken zorlanıyorum, zorlanıyoruz. Gidin başka yerlerde yaşayın desen bir türlü, demesen bir türlü.
Ayrıca yurt dışında bir yaşam kurmak, hele ki ırkçılık milliyetçilik bu kadar yükselirken çok mu kolay? Diyeceğim, her İngiltere’ye gideni Saray’da misafir etmiyorlar ki. Ve hangi koşullarda yaşarsan yaşa, sonuçta gurbettesin. Bir sürü zorluğu var. Hiç unutamıyorum, yurt dışında öğrencilik ve garsonluk yaparken bir sabah kahvaltı için eşiyle gelen ve çok sonrasında epey meşhur bir Ortadoğu uzmanı gazeteci olduğunu öğrendiğim adamın söylediklerini.
Bir iki hoşbeşten ve nereden mezun olduğumu öğrendikten sonra, ‘Sakın burada kalma, senin güzel ülkenin okumuş insana ihtiyacı var, buraların yok,’ demişti. Yine, dönmeye yakın bindiğim bir taksinin kadın şoförü, bir haftaya Türkiye’ye gideceğimi öğrendiğinde, ‘Ne güzel, dönecek bir yerin var’ diyerek efkârlandı.
İnsan unutmuyor böyle şeyleri…
Nereye gidersek gidelim, oralarda ne kadar yaşarsak yaşayalım, burası bizim vatanımız. Tüm sorunlarıyla. Açmazlarıyla. Haksızlıklarıyla. Akılsızlıklarıyla. Ve güzellikleriyle.
Ben ya da bizler, hiç kimseye ‘kal’ ya da ‘git’ diyecek çok bilmişlik makamında değiliz. İkisi de saygın tercihler. Ama değişir bu işler. Bakın sonunda muhafazakâr kesim de meydanlara çıkmaya başladı.
Çok değerli bir şey bu. Bugün Erdoğan çağırdığı için çıkanlar, yarın temel haklar için çıkar, kuşku duyulmasın (hemen bu cümlenin ardından ‘yahu ne enayi herif bu’ denildiğini duyar gibiyim!). Herkes insan gibi yaşamak ister ve insan gibi yaşamaktan başka bir şey anlar. Dönüşüm çok çileli bir süreç. Gezi yazı dizisine dönmeyi başarırsam eğer (!) bu konuda karalamaya çalışırım.
Şimdi iki cümle var önümüzde: ‘Onları parça pinçik edip köpeklere yem edelim,’ ifadesi bir tercihtir. ‘Onlar da herkes gibi/kadar insan ve insan haklarına uygun biçimde adil yargılanmalılar,’ diğer tercih. Çoluk çocuğu olan, anası babası olan, arkadaşları olan insanlardan söz ediyoruz. Yok din hizmeti verilmeyecekmiş, yok ayrı mezarlık yapılmalıymış ki gelen geçen sövsün.
Ölüyü geçtik, yakınına işkence etmek neyin nesi. Akıl alır gibi değil. İnsan hakları, tüm insanlar için geçerli. En sevmediklerimiz dâhil.
Zamanında, Usame bin Ladin’in insan haklarına uygun defnedilmesi gerektiğini savunurken de, darbe yargılamalarındaki ağır hukuk ihlallerini eleştirirken de, aynı temel ilkeleri göz önünde bulundurdum. Bulundurduk.
Yukarıdaki iki cümle arasında yapılacak tercih, yalnızca bizi değil, çocuklarımızı ve onların çocuklarının yaşamlarını, geleceğimizi de ilgilendiriyor…
Hepimizin morale ve umuda ihtiyacı var. Yaşlının, gencin, öğrencinin… Umutlu olmak iyi bir şeydir. Siz aldırmayın ‘enayi’ diyenlere!
Çok tuhaf gelecek belki ama canı sıkkın, toprağıyla bağı zayıflayan genç arkadaşlara, Ümit Kıvanç’ın ‘Uçurtmam Tellere Takıldı’ adlı bir içim su Ahmet Kaya belgeselini öneririm. Buraya ekliyorum. Sessiz bir ortamda, güzelce izlesinler.
Sonra belki bir de Âşık Veysel ya da Neşet Ertaş türküsü dinlerler…
Az kalsın yazının başlığını unutuyordum. Estağfurullah beyefendi, neden ‘ahmak’ olasınız. Kurnazsınız. Bizim şehrin belediye başkanı ve muadilleri kadar, kurnaz…
Yazı önerileri: OHAL üzerine meslektaşlarım Kerem Altıparmak ve Tolga Şirin’in yazılarını okumalı. Çok yararlı ve gerekli makaleler.