KADRİ GÜRSEL
Cumhurbaşkanı Erdoğan Anayasa Mahkemesi’ne öfke duyacağına teşekkür etmelidir. Mahkeme, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutukluluklarını sona erdiren kararıyla Erdoğan rejimini daha şimdiden ağırlığı altında ezilmeye başladığı bir yükten kurtardı.
Can Dündar ve Erdem Gül’ün içeride geçirdikleri süre uzadıkça, tutuklanan ve tutuklatan arasında bir rol değişimi kaçınılmaz biçimde yaşanacaktı. Erdoğan rejimi ve onun yurtdışındaki görevlileri sonunda kendilerini, bu iki gazetecinin manevi tutsağına dönüşmüş halde bulacaklardı.
Medeni dünyanın gittikleri her köşesinde Can Dündar ve Erdem Gül’ün hayaleti ile karşı karşıya gelmeye zaten başlamışlardı; her hatırı sayılır dış temasta iki gazetecinin adları önlerine konuyordu…
Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar ve Erdem Gül kararı, bir taraftan içeride gazeteciliği ve basın özgürlüğünü yok ederken diğer taraftan da dışarıda meşru ve muteber görülmeye uğraşmak gibi başarılması mümkün olmayan hedeflerin peşinde enerji tüketen Erdoğan rejimine uzatılmış bir yardım eliydi.
İzleyenler, “Bakın, Türkiye’de hukuku gözeten mahkemeler de varmış; henüz her şey bitmemiş” diyeceklerdi…
“Bazı fren mekanizmaları hala çalışıyormuş, Erdoğan’ın diş geçiremediği bağımsız kurumlar da varmış” diye düşünenler çıksa, rejimin yerlerde sürünen imajı da bundan bir nebze nasiplenmez miydi?
Lakin ne mümkün; rejime bu şansı tanımayan en başta onun sahibi oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Fildişi Sahili seferinden önce konuştu ve Anayasa Mahkemesi kararının kendisiyle bir ilgisi olmadığı halde “Bu karara uymuyorum” dedi.
Anayasa Mahkemesi’nin muhatabı Can Dündar ve Erdem Gül’ü yargılayacak olan 14’ncü Ağır Ceza Mahkemesi’dir ve Erdoğan’ın bu kadar basit bir durumdan haberdar olmaması ihtimal dışıdır. Dolayısıyla “Ben bu karara uymuyorum” diyerek, talimat verdiği yargıya “Siz de benim gibi yapın, Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymayın” demiş oldu.
Nitekim devamında, “Aslında onlarla (Can Dündar ve Erdem Gül) ilgili kararını veren mahkeme kararında direnebilirdi” diyerek ilgili mahkemenin hukuka ve anayasaya uygun hareket edip iki gazeteciyi serbest bırakmasından duyduğu üzüntüyü dile getirdi.
Erdoğan’ın bu cümlesinin ardından söyledikleri ise yaşadığı kafa karışıklığını ve hukuk karşısındaki çaresizliğini anlatıyordu:
“Eğer (mahkeme) kararında direnmiş olsaydı bu bireysel başvuru veyahut da Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar boşa çıkacak veyahut da şu anda tahliye edilmiş olan bu kişiler AİHM’ye gideceklerdi. AİHM’ye gittiklerinde zaman da oradan alacakları netice bellidir.”
Anayasanın ve hukukun dışına çıkmış ve bu olağanüstülüğü kendi fiili rejimi altında kalıcı hale getirmiş bir güçlü adam, yargıyı Anayasa Mahkemesi’ni tanımamaya teşvik ederek Türkiye’deki anayasa ve hukuk devleti krizinin daha da derinleşmesine imkan hazırlıyor.
Yanlışların AİHM’den döneceğini de bilerek konuşuyor üstelik.
İstediği gibi olsaydı, bu garabet AİHM duvarına çarpana dek iki gazeteci hapiste tutulacak ve siyasi davadaki maksat hukukun katli pahasına yerini bulacaktı.
İki gazetecinin Erdoğan’ın iradesi hilafına ve fakat hukukun gereği serbest bırakılmasının ardından, bu kararı alan yüksek mahkemenin boşa çıkarılması için çağrılar yapan bir Cumhurbaşkanı ile karşı karşıyayız.
Erdoğan, konuşmasının devamında hayalindeki Türkiye hakkında bir ipucu daha veriyor:
“İstihbarat örgütlerinin adeta sınırsız diyebileceğimiz yetkileri vardır. Zaten bu yetkiler olmazsa o devlet güçlü olamaz, o devlet ayakta duramaz.”
Dünyadaki demokratik hukuk devletlerinde istihbarat örgütlerinin sınırsız yetkileri yoktur.
Bond filmleri ise tartışmamızın dışında kalıyor.
“Sınırsız yetkili” istihbarat örgütleri, mevcut rejimin altında bir parçası haline getirildiğimiz Ortadoğu’nun diktatörlüklerinde bulunur.
Tiranların hizmetinde sınırsız zulmettikleri için bunlara “El Muhaberat rejimleri” deniyor.
Erdoğan da Türkiye’yi bir “El Muhaberat” ülkesine çevirmek istiyor ve sanıyor ki yönettiği devlet böylece ayakta kalacak.
Sınırsız yetki demek, zorbalıkta, adaletsizlikte ve hukuksuzlukta sınır tanımamak demektir ki bunlara dayanarak ayakta kalınamayacağı Arap dünyasında 2010’dan bu yana yaşanan ayaklanmalar vesilesiyle de görülmüştür.
Türkiye, gücünü ancak demokrasi ve hukuktan alırsa ayakta durabilir.