SEFA KAPLAN
sefakaplan@yahoo.com
Hâlâ mevcut mu bilmiyorum ama benim lisede okuduğum yıllarda, hocalarımızın en sevdiği kompozisyon konularından sadece birisi son derece çarpıcı gelirdi bana: “Uygarlık, doğa güçlerini yenme ve onları insanlığın hizmetine sunma savaşıdır.” Kemalist karakterleriyle öne çıkan ve bunu Aydınlanma felsefesinin gölgesine iliştirerek zihnimize kaleydeskop kalıntıları yerleştirmeye çabalayan hocalarımız, bu belirlemenin peşine düşmemizi ve ‘doğa güçleri’ ile mücadele edenlerin safında yer almamızı beklerdi bizden.
Kompozisyonları yazarken ilk aklımıza düşen sel, deprem, heyelan, volkan türünden hayli masum gerekçelerdi tabii ki. Zira, Sanayi Devrimi’nin Britanya’yı nasıl tahrip ettiğinden haberimiz bile yoktu. ‘Büyük Keşifler’ adı altında kitaplara yerleştirilen sömürgeleştirme çabalarının, bütün bir Amerika kıtasıyla birlikte Afrika’yı kasıp kavurduğunu da bilmiyorduk henüz. Doğa güçlerini yenmeye soyunan ve bunu da radikal bir biçimde başaran Avrupalıların, Aztek ve Maya uygarlıklarıyla yetinmeyip Afrika’da kendi hâlinde varlığını sürdüren kültürleri ve o kültürlerin varoluş kabiliyeti kazandığı çevreyi pervasızca kesip biçtiğine dair bilgiler de gizleniyordu bizden.
Doğrusu bu ya, biz de çok fazla durmuyorduk üzerinde. Kristof Kolomb’un gemilerinin yelkenlerine rüzgâr üleştirmek çocuksu bir heyecan kaynağıydı o yaşlarda. Köy Enstitüsü yapılanmasından gelen hocalarımız, doğa güçlerini yenmenin, doğa güçlerinin ayrılmaz bir parçası hâlinde ortalıkta gezinen köylüleri yenmek anlamı taşıdığını da fısıldıyordu kulaklarımıza çünkü. Köylüyle birlikte köyün de denklemin bir parçası olduğu nereden gelecekti ki aklımıza? O köylülerin kentlere akın ederek, bambaşka bir doğa gücüne dönüşeceklerini ve önlerine çıkan her şeyi inanılmaz bir inatla tahrip edeceklerini Aydınlanma yanlısı hiçbir Kemalist hocamız söylememişti bize.
Benzer bir mücadele önerisini, farklı bir bağlamda da olsa Freud’da da görünce lise yıllarını hatırladım durup dururken. Freud’a göre, “Kendimizi korku duyulan dış dünyaya karşı savunmak için, eğer bu işi yalnız başına becermek istiyorsak, bir tür yüz çevirmeden başka hiçbir çaremiz yoktur. Tabii ki daha iyi bir yol daha vardır: İnsan topluluğunun bir üyesi olarak, bilim önderliğinde tekniğin yardımıyla doğaya karşı saldırıya geçmek ve onu insan iradesine tabi kılmak.”[1] ‘Doğaya karşı saldırıya geçmek‘ ifadesini yüz sayfalık kitap boyunca sık sık tekrarlıyor Freud. Freud’un yaşadığı yılları, o yılların Aydınlanma ile ilişkisini düşündüğümüz zaman olağan karşılanabilecek bir olgu bu aslında. Gerçi, birkaç sayfa sonra, “Doğaya asla tam olarak hakim olamayacağız; kendisi de bu doğanın bir parçası olan organizmamız ise her zaman geçici, uyum ve verim kapasitesi sınırlı bir yapı olarak kalacak”[2] diyerek çelişiyor kendisiyle ama o kadar da olacak artık.
Ne var ki, orada durmuyor Freud, birkaç sayfa sonra gene bir uygarlık tanımıyla çıkıyor karşımıza, üstelik çok daha ayrıntılı bir içeriklendirme söz konusu bu kez: “Bir ülkede, toprağın insanlar tarafından kullanılmasını ve insanın doğa güçlerinden korunmasını sağlayan, kısaca insanın yararına olan her şeyin sağlanmış ve etkili bir biçimde kullanılıyor olması durumunda o ülkenin yüksek bir uygarlık düzeyine ulaştığını kabul ederiz. Böyle bir ülkede taşma tehlikesi gösteren nehirlerin akışı düzenlenmiş, suları kanallarla suya gereksinim duyulan bölgelere aktarılmış; toprak özenle işlenmiş ve üzeri burada yetişmeye uygun bitkilerle örtülmüş; madenler toprağın derinliklerinden yoğun bir çabayla çıkarılarak gerek duyulan alet ve araçlara dönüştürülmüştür; trafik araçları yeterli, hızlı ve güvenilir nitelik taşır, vahşi ve tehlikeli hayvanlar ortadan kaldırılmış ve evcil hayvan yetiştiriciliği gelişmiştir.”[3]
Görüldüğü üzere Freud, bugün içinde yaşadığımız modern toplumu tasvir ediyor temel ayrıntıları ihmal etmeden. Gene de, fazla gelişmiş bir hayal gücünden söz etmek zor. Kitap, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yani 1930’da yayımlandığına göre, doğaya karşı düzenlenen saldırının yeni bir felâkete yol açarak İkinci Dünya Savaşı’nı getireceğini henüz öngöremiyor demek ki ünlü psikanalistimiz. O bir yana, doğayı tahrip etmenin, tıpkı insan ruhundaki tahribat gibi kalıcı olacağını da getirmiyor hatırına anlaşılan. Oysa, kitabın son paragrafında, “İnsanlar doğa güçleri üzerindeki hakimiyetlerini o denli artırmış durumdalar ki bunların yardımıyla birbirlerini son insana varana dek ortadan kaldırmaları işten değildir. Bunu kendileri de bildiklerinden, günümüzdeki huzursuzlukların, mutsuzlukların ve kaygılı hallerinin bir bölümü buradan kaynaklanıyor,” diyen de Freud’dan başkası değil.[4]
Meselenin bir başka cephesi daha var. Freud, ekoloji bilincinin hemen her şeyin önüne geçtiği dönemlere tanık olmasa da, lisede bize doğanın tahribinin uygarlığın temeli olduğunu öğretmeye çalışan hocalarımızın büyük bir çoğunluğu, ilerleyen yaşlarında sağlam bir çevreci kesiliverdi. Benden duyduğunuzu kimselere söylemeyin ama bunu ‘eski’ Aydınlanma’nın bir parçası sayan yahut ‘yeni’ Aydınlanma’nın aynaya yansımasından ibaret görenler hiç de az değildi aralarında.
En azından benim baktığım zaviyeden şaşırtıcı olan, tabiatın tahrip edilmesini ya da mutlak surette korunmasını savunurken kullandıkları ideolojik malzemenin muhteva ve mahiyetindeki paralellikti. O kadar yılın, o kadar neslin heba edilmesinin hesabını soracak hiç kimse yoktu nasıl olsa. Onların da, sol geleneğin sevdiği ifadeyle, ‘özeleştiri vermek’ türünden bir vicdanî kaygıları bulunmuyordu. Aksi takdirde, genç görünmek adına uzatıp enselerinde topladıkları seyrek saçlarıyla, Gezi Parkı’ndaki masumiyeti örselemeye nasıl cesaret edebilirlerdi ki?
Freud bugün yaşasaydı çevreci
kesilmekle kalmayıp Avusturya ya da Alman Yeşiller Partisi’nin ateşli bir
savunucusu olur muydu acaba?
[1] Uygarlığın Huzursuzluğu, Sigmund Freud, Çeviren: Haluk Barışcan, Metis, İstanbul 20018. s. 38.
[2] a. g. e. s. 45.
[3] a. g. e. s. 51.
[4] a. g. e. s. 101-102.