MURAT SEVİNÇ
Birkaç ay önce, düzenli aralıklarla, ‘içinde Kürt sorunu da olan’ yazılara başlayacağımı söylemiştim. Türkiye’de bu açmazın her düzeyde konuşulmasını, en vahim durumda dahi gündemden düşürülememesini ‘yurttaşlık görevi’ kabul ettiğim için. Şunu da eklemiştim: Yazıların asıl muhatabı, orta halli, fazlaca politikleşmemiş, çoğunluğu kendisini rahatlıkla ‘Atatürkçü’ olarak da tanımlayabilecek, vicdan sahibi ve konuşma isteği içinde olan okurlar. Beşinci yazıyla devam…
Türkiye’de milletvekilleri, siyasallaşmış yurttaşlar mıdır, tartışılır. Garip göründüğünün farkındayım bu cümlenin. Milletvekilliği bir meslek mi? Değil. Yaptıkları iş ‘temsil’ görev ve yetkisini yerine getirmek. Diğer yandan, siyasetle özellikle profesyonel anlamda ilgilenenlerin eninde sonunda sahip olmak istedikleri bir ‘konum’. Parti teşkilatlarında yer alıp milletvekilliğini düşünmeyen var mıdır? Belki, ama pek azdır.
Sanırım bunun doğal sonucu, milletvekilliğinin siyasete ilgilenenler için nihai amaç haline gelişi. Bir ya da daha çok kez. Halihazırdaki mecliste, bir sonraki seçimde aday olmayı hiçbir biçimde düşünmeyen kaç kişi vardır? Tek tük… Demek ki meslek olarak tanımlamak kolay olmasa da, bir nevi ‘bitmesi istenmeyen uğraş’ denilebilir vekillik için. O uğraşın yönelmesi gereken kamusal hedef değil, aksine ‘kendisi’ başlı başına bir amaca dönüşüyor zamanla.
Dolayısıyla siyasetle çeşitli düzeylerde ilgilenen bir insanın, kamusal ve kamusallığı ölçüsünde dönüştürücü bir faaliyet anlamındaki siyasetle fazla haşır neşir olmaması pekala mümkün olabilir. Çetin Altan’ın, ‘Ben Milletvekili İken’ adlı anı kitabı, burada anlatmak istediğime dair nefis ‘milletvekilliği’ örnekleri içerir.
Okuduğunuz peşrevin nedeni, milletvekili olan siyasetçilerin, Kürt siyasal hareketinin temsilcisi olan HDP ve seçmeni ile kurduğu ilişkinin biçimine dikkat çekebilmek. HDP ve seçmeni ile diğer partiler arasında kurulabilecek bir ilişki, ‘olumlu’ ya da ‘olumsuz’ olabilir kuşkusuz. Her ikisi de, alt başlıklara ayrılabilir ve ilişki kurma biçimini, HDP ve seçmenini ya da Kürt sorununun nasıl tanımlandığı belirler. Birini düşman görürseniz ilişkiniz düşmanca, dost görürseniz dostça olur. Bazen ikisi de olmayabilir ve o birine yalnızca ‘köprüyü geçmek’ için ihtiyaç duyarsınız!
Türkiye’de muhalefet ve tabii asıl olarak CHP yönetimi, parti adayları vs., uzun süredir HDP ve seçmenine ‘köprü geçişlerinde’ gereksinim duyuyor. Ancak bunun doğru, daha doğrusu yeterli tavır olmadığının da farkındalar. Çünkü hem sorun çok ciddi, hem de bir süre sonra geçecek köprü ya da köprü başına vardıklarında kendilerine uzatılacak bir el kalmayabilir.
Söz konusu tavrın nedenleri muhtelif. Erdoğan’ın en zor durumda dahi hâlâ siyasetin yönünü belirleyip sınırlarını çizebiliyor oluşu bunlardan biri. Bu halin gerekçesi iktidarın çok güçlü oluşu değil, muhalefetin siyasetten kaçması, söz üretmemesi, sünepelikleri.
Bir diğer neden herhalde kendi parti tabanlarının tavrından duyulan endişe. Ancak bu endişenin ne kadarı o tabanı çok iyi anlamaktan, ne kadarı ‘anladığını zannetmekten’ kaynaklanıyor belirsiz.
Belki bir sorun da, muhalif liderlerin, tabanlarından bağımsız olarak kendi ideolojilerinin de hayli milliyetçi-devletçi oluşu.
Nedeni şu ya da bu olabilir, şu ya da bu boyutu baskındır, sorunun bir yönü. Sonuç değişmiyor: Türkiye’de alternatif söz üretemeyen ve siyaseti, kamusal yararı hedefleyen bir kamusal faaliyet olarak benimsememiş görünen profesyonel siyasetçilerle karşı karşıyayız.
Özellikle son zamanlarda, AKP iktidarının vardığı ‘ileri demokrasi’ ve yargının ulaştığı ‘haddinden fazla bağımsızlık’ aşamasında, milletvekillerinin (muhalif olanları kastediyorum) can yakıcı kamusal sorunlara dair ‘yokluk’ ve ‘işlevsizlikleri’ daha görünür hale geldi.
Daha iki gün önce, bazı termik santrallere çevreci önlemler konusunu da içeren bir yasal düzenleme TBMM’den geçerken, çoğu muhalefet partisi milletvekilinin oylamaya dahi katılmadığına tanık olduk. Neden? Çünkü böyle bir oylama, doğrudan kamusal yararla ilgili ve siyasi gövde gösterisi yapmaya elverişli değil. Oylamaya katılmayan milletvekilleri, örneğin ‘zehirleniyoruz!’ şeklinde bir twit atmayı, parlamentoda oy kullanmaktan daha kullanışlı görüyor bu devirde. Oy verselerdi sonuç yine değişmeyebilirdi; buna mukabil mesele, orada bulunmaya gerek dahi duymamış olmaları.
Hemen her konuyla ilgili örnek mümkün. Yine yalnızca son üç dört günde KHK’lilerle ilgili olup bitenlere yönelik milletvekili tepkisizliğine bakalım. Doğrusu, Gergerlioğlu ve Cihangir İslam’ın çabaları olmasa, temel haklar rejiminde 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’ndan daha geri bir duruma düşmemiz hiçbir vekili ilgilendirmiyor gibi. Yine hatırlarsınız, KHK’lilerin durumu uzun süre sonra ilk kez İstanbul seçiminin ‘oy veren KHK’liler nedeniyle iptal edilme ihtimali’ belirdiğinde siyasetin gündemine gelmişti.
Kamu yararı ve siyasetin kamusal niteliği üzerine pek kafa yormamış, parlamentodaki ‘konumlarını’ temel siyasi hedefleri haline getirmiş vekillerin (istisnalar kaideyi bozmuyor), yurttaşı, sahip çıkılması gereken haklara sahip bireyler yerine, seçimden seçime hatırlanacak ‘seçmen’ olarak görmeleri beklenir bir tavır kuşkusuz.
Herhalde bu tavrın en belirgin muhatabı, çoğunluğu Kürt olan HDP seçmeni. Halihazırdaki sistemde partilerin ‘seçim ittifakı’ yapmadan kazanma ihtimalleri bulunmuyor. Hal böyleyken, partiler arasındaki geçici uzlaşmalar yaşamsal önemde ve muhalefet partilerinin birbirini yok sayma şansı yok. Muhalif ittifakın kilit partisi ise HDP. Kilit konumu nedeniyle, eski vekilleri ve başkanları cezaevinde ve yoğun baskı altında. Akıl almaz haksızlıklara maruz kalıyor. Bana kalırsa HDP’de halihazırdaki ‘tıkanmışlık görüntüsünün’ tek nedeni bu değil, ancak böyle bir baskıyla ayakta kalabilmek hakikaten güç iş.
Herhangi bir partiyi, doğal olarak HDP’yi de yalnızca seçmen sayısı ile hesap edip o seçmenlerin ‘talepleri’ olan ‘yurttaşlar’ olduğunu göz ardı etmek kabul edilebilir bir tavır değil. Her seçim öncesinde Kürtlere yönelik iltifatların başlayacağını, kimi vekillerin tutuklu HDP’lileri ziyarete gideceğini, dostluk-kardeşlik-kız alıp vermiş olmak sohbetlerinin başlayacağını biliyor olmak çok moral bozucu! Her birimiz, muhalefet tarafından seçmene aptal muamelesi yapılmaya başlanacak tarihleri tahmin edebiliyoruz.
Bu tavrın sorunların çözümüne katkısı olmadığı gibi, ‘sandıktan çıkacak zarf’ ile özdeşleştirilen Kürt seçmen her seferinde bir kez daha küçük düşürülüyor. Muhalefet tarafından yalnızca bir oy sahibi olarak görüldüğünü bilen Kürt yurttaşın, o muhalefetin kendi derdine derman olabileceğini düşünmesi, umut etmesi mümkün mü?
Daha açık bir soru sormalı belki de: Bir Kürt seçmen, örneğin CHP ya da çok İyi Parti’ye neden destek versin? Büyük çoğunluğu kamusal kaygı duymayan ve temel hedefleri bir kez daha seçilmek olan insanlara, neden iltifat edilsin? Üstelik seçtiği insanların iki gün sonra görevden alınacağını, oy hakkının açıkça yok sayılacağını biliyorken.
Seçim günü geldiğinde oy verilir verilmez (muhtemelen verilir!), bu başka mesele. Sorun, her fırsatta horlanan milyonlarca seçmene, muhalefet tarafından da yalnızca ‘sayı’ muamelesi yapılması. Bakın, belediye başkanlıklarına teker teker kayyım atanması ve siyasetçilerin cezaevine girmesi nasıl olağanlaştı yine. Milyonlarca oy alan muhalefet partilerinin, muhalif basın ve twitır kullanıcısı yurttaş kadar sözünün olmamasında bir gariplik yok mu?
Kürtler ve HDP seçmeni, diğerleri kadar insan, yurttaş ve eşit. Diğerleri kadar seçmen. Değil mi? Değil belli ki, öyle görünüyor!
Bugün T24’te Bekir Ağırdır’ın, HDP’nin yol haritası hakkındaki değerlendirmesini okurken şu ifadesine takıldım:
“Kürt meselesi denen şeyi şöyle tarif etmek de mümkün; Türkler, kendilerine dair kararlara katılım haklarından kendi rızalarıyla fedakarlık ediyorlar. Kürtler de aynı haklara sahip olmasın diye kendi yetki ve sorumluluklarından vazgeçiyorlar. Dolayısıyla Kürt meselesi artık yalnızca Kürtlere değil Türklere ve Türkiye’ye de dair bir mesele.”
Doğru söze ne denir? Buradan devam edeceğim…
Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, bu konu, diğer yaşamsal konularla birlikte sürekli gündemde tutulmalı. Böylesine çok boyutlu bir sorun hakkında herkes, kırıp dökmemeye çalışarak eteğindeki taşları dökmeli. Eteklerdeki taşların hepsi aynı boy ve ağırlıkta olmak zorunda değil. İri sözcüklere, kafa göz yaran cümlelere iltifat etmeden, naiflik ithamlarını umursamadan bir şeyler söyleyebiliriz. Bizi geçtim, çoluk çocuğumuzun geleceği için…
Yazı önerisi: Gökçer Tahincioğlu’nun yazısını okumanızı öneririm.