MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
Suriye cehennemi, İdlib’deki sarin gazı saldırısıyla yüzünü acımasız bir şekilde bir kere daha gösterdi ve korkarım yeni cehennem manzaralarıyla karşılaşmaya devam edeceğiz. Bu cehennem birçok elin birlikteliğiyle yaratıldı. Bu ellerden biri de Türkiye. Fakat bu cehennemin gösterdiği en temel sorunlardan birini görmezden gelme eğilimi hakim: ‘Güçlü/Büyük Türkiye’ olma hırsı.
Bu hırs, bütün ülkeler için, bütün zamanlarda büyük bir sorun olmuş ve sınırları aşan belalar üretmiştir. Bu hırs askeri güçle, savaş hevesiyle, gizli ve açık askeri harekatlarla beraber yürümüş ve büyümüştür.
Tayyip Erdoğan başından beri savaşa teşneydi. ABD ve Britanya öncülüğündeki Irak savaşına Türkiye’nin de katılmasını öngören 1 Mart 2003 tezkeresi Meclis’ten geçsin diye AKP milletvekillerini ikna etmek için canını dişine takmıştı.
Fakat o zamanlar Erdoğan AKP içinde ‘Ulu Reis’ değil, bir bakıma eşitler arasında birinci konumundaydı. Kendi aklı ve vicdanıyla hareket eden milletvekilleri vardı; sonuç olarak, AKP oylamada fire vermişti. Toplumda savaşa karşı olanların oranı yüzde 90’lardaydı. Dahası, AKP’yi destekleyen cılız medya ve yazarları bile savaşa karşıydı.
ABD ve müttefikleri Birleşmiş Milletler’i hiçe sayıp ezerek Irak’ı istilaya girişiyordu; artık mutlak olarak kanıtlandığı üzere, yalanlar üzerine inşa edilmiş bir savaşa (Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, daha sonra, yanıltıldığını ve kendisinin de dünyayı yanılttığını, bu sicili ömrünün sonuna kadar taşıyacağını yazdı) Bu durum o zaman da ayan beyan ortadaydı.
Erdoğan, yüz binlerce insanın öldüğü işte bu savaşa katılmaya can atıyordu. Savaş sonrasında Irak’ın nasıl düzenleneceğine karar verilecek ‘masada olmak’ istiyordu, aynı eski cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 1991 Körfez Savaşı’na (o da BM kararlarına aykırıydı) ‘masada olmak’ gerekçesiyle katılmak istemesi gibi. Savaş ganimeti olarak başka bir ülkenin, toplumun kaderini tayin etme hakkını kendinde görecek kadar kendinden geçmişlerin güçlü olma hırsı.
Türkiye, ‘komşularla sıfır sorun’ sloganı atıyordu ama gayet çelişkili politikalar uyguluyordu. 2008’de Rusya ile Gürcistan arasında Abhazya ve Güney Osetya için patlak veren savaşa da balıklama atlamıştı (Rusya da komşu sayılır.) Gürcistan’a destek için zırhlı araçlar göndermişti. Sonra da ‘Kafkas Paktı’ adında bir ucube arabuluculuk önermişti. Savaşı kışkırtan birinin arabuluculuk önerme pişkinliği ve riyakarlığı.
Zaman içinde Erdoğan parti içinde tek-adam konumuna yükseldi. Önce alt düzeyde tasfiyelerle başladı bu süreç; partinin ağır topları bunda bir beis görmedi, güçlü iktidarın parçası, ‘Güçlü Türkiye’ hedefinin yılmaz savunucularıydılar; güç gelecek yerden savaşı esirgeyecek değillerdi. Fakat partinin kurucu kadrosundan isimler bile tasfiye edilmekten kurtulamadı.
Bu arada o cılız AKP medyası palazlandı, medyanın büyük bölümü de AKP hükümetinin marifetleri ve devlet bankalarının imkanlarıyla yandaş sermayeye peşkeş çekildi, peşkeş çekilmeyen NTV ve CNN Türk gibi gruplar da hizaya getirildi. Sonuç: Tek ses.
Tek-adam/tek-sesin hakim olması, bu tek-adam savaş heveslisi olduğu için, daha önce Irak savaşında büyük bir itiraz yükseltmiş olan AKP seçmeninin Suriye’de AKP hükümetinin politikalarına razı olmasına yol açmış görünüyor. Toplumun, böyle önemli bir kararda artık bir payı olma imkanını yitirdiğini görmesi de bu rızada muhtemelen rol oynadı. Ne de olsa kendi iradelerini ‘Reis’e teslim etmişlerdi artık; çünkü millet iradesi = tek-adam idi.
İki savaşın farklı olduğunu göz ardı ediyor değilim, ama Türkiye Suriye’de savaşı kışkırtıcı rol oynadı. Suriye meselesinde Türkiye’nin Suudi Arabistan, Katar ve ABD ile birlikte selefi örgütleri eğittiği, donattığı, beslediği, yaralarını sardığı artık ansiklopedilere girmiş bir olgu. Beşar Esad’ı bir çırpıda devireceklerdi. Gerekçeleri çok ulviydi: Suriye’ye demokrasi götürmek. O çok eleştirdikleri Batı emperyalizmi de ‘geri’ ülkelere ‘medeniyet götürüyor’du; masa başında ülkelerin sınırlarını, toplumların kaderlerini belirliyordu.
Bu şeytani politikanın sonuçları Türkiye’nin kendisini de etkiledi; çöken bu politikanın mimarı kabul edilen eski baş danışman, eski dışişleri bakanı ve eski başbakan Prof. Ahmet Davutoğlu’nu tasfiye ederek Erdoğan ellerini yıkamış saydı!
Yeni politika yine savaşlıydı ama; asker soktu komşusuna, en son Suriyeli aşiretleri savaşçı yapmaya soyundu.
İşin doğrusu, Erdoğan/AKP Türkiyesi, eleştirdiğini sandığı Batı emperyalizminin hık deyip burnundan düşmüş bir zihniyet. Hortlatmak (reenkarne etmek) istedikleri çarpıtılmış Osmanlı bulamacıyla yürürlüğe sokmak istedikleri ucuz hegemonyacılık. Aynı iğrenç jeopolitik oyunu oynayan, etrafındaki her yeri kendi tarihsel, kültürel ve coğrafi arka bahçesi olarak gören küstah aktörlerden biri. İtiraz ettikleri şey oyunun kendisi değil, bu oyunda güçlü aktörün kendileri olmayışı.
Hiçbir dişe dokunur bilgi üretemeyen bir medyayla, zaten cılız olan ama artık tamamen boynu vurulup devletin soytarısı haline gelmiş bir akademiyle, yerlerde sürünen eğitim sistemi ve kalitesiyle, katma değer üretemeyen ekonomiyle, Erdoğan’ın aleti haline sokulmuş idari yapıyla, tek-adamın fetva kurumu derekesine indirilmiş yargıyla, sıfır demokrasiyle, tek sesle ‘güçlü Türkiye’ yaratılabileceklerini sanıyorlar işin acıklı tarafı.
Bütün bu nitelikler olmayınca ve güçlü olmaktan anladığınız pazu şişirip sağa sola ağalık taslamak olunca tehlikeli bir kaba güç gösterisi kalır geriye. Silahlanma hamleleri göklere çıkarılır. Örtülü ödenek şişer. İstihbarat teşkilatını yurt dışında zehirli operasyonlar yürütme yetkisiyle donatırsın. O teşkilatın başkanı, 2014’te en üst düzey devlet görevlilerinin medyaya sızan konuşmalarında, “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim. Türkiye’ye sekiz füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesi’ne de saldırtırız” diyecek noktaya gelir. MİT TIR’ları Suriye’ye gizli kapaklı ağır silahlar taşır. Kıt demokrasinin yaratıp tetiklediği bölünme korkularıyla kendi ülkeni de, komşularını da savaş alanı haline getirirsin.
Silahlı bir güç olarak sorunları ezerek bastıracağını, herkesi hizaya sokacağını sandığın için barış imkan ve ihtimalini berhava edersin. Senin milliyetçiliğinin başkasının milliyetçiliğini, senin silahlanmanın komşunun silahlanmasını teşvik edip azdıracağını düşünemeyecek kadar ahmaklaşırsın. Güçlü olma hırsı gözünü karartmış, ahlakını iğdiş etmiş, aklını başından almıştır çünkü. Başka tür bir oyun kurmayı düşünebilecek çocuk yeterliğini ve masumiyetini reddetmişsindir çünkü. Başkalarının çocuklarını ölüme gönderme rahatlığıyla ve ‘Oyunun kuralı bu’ ilkelliğiyle, herkese zararı olan bu oyunu sürdürürsün.
Erdoğan’ın “Türkiye sadece Türkiye değildir. (…) Yüz milyonlarca Müslümandan sorumludur” demesi, Ege adalarının aslında kendine ait olduğunu kuvvetli bir şekilde ima etmesi, en azından bu zihniyet çerçevesinde, masum açıklamalar değil. (ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson da dün “Dünyanın neresinde olursa olsun masum sivilleri korumaya hazır” olduklarını söyledi. Zaten Trump’ın sloganı da “America Great”. Ne o, rakibimiz ABD galiba, ikinci süpergüç biziz!)
Dozunu giderek arttırdığı bir ‘Kükreyen Nağmeler’ şarkısını tekrar edip duran Erdoğan, İdlib’deki kimyasal saldırıdan sonra 7 Nisan’da çıktığı Hatay sahnesinde de Frenk üzümüyle Bağdat hurmasını toplayıp şunları söyledi:
“Tek başına Hatay’ın gösterdiği fedakarlığın onda birini, yüz milyarlarca dolarlık bütçeleriyle göstermeyenlere yazıklar olsun. Dünyada garip gurebaya, fakir fukaraya elini uzatan bir numaralı ülke Türkiye. 16 Nisan, Türkiye’nin işte bu çocuk katilleriyle anladıkları dilden hesaplaşmasının da yolunu açacaktır. 16 Nisan, Türkiye’nin topraklarına göz diken terör örgütlerini koruyanlara sadece sesini yükseltmekle kalmayacağı çok daha kararlı şekilde dur diyeceği bir dönemin de başlangıcı olacaktır.”
Ne yapacak acaba? Kimden bahsediyor? Kürtlerden bahsediyorsa, içeride Kürt şehirlerini yerlebir etti. Seçilmiş milletvekillerini, belediye başkanlarını içeri attı. Suriye’den bahsediyorsa, oradaki selefi hareketlerin hamiliğini yaptı, asker soktu. Ama hayır, Batı ülkelerinden bahsederek söze başlamıştı, onlara ne yapacak acaba, Üçüncü Viyana Seferi’ne mi çıkacak?
Ayrıca, birdenbire Türkiye’nin topraklarına göz diken birilerini icat etti; Türkiye başka bir ülkenin topraklarına girmişken, oradaki savaşı azdıranlardan biriyken.
“Anladıkları dilden hesaplaşmak” ne demek? Senin anladığın dil sadece vurup kırmak, savaşmak zaten. ABD’nin Suriye hava üssünü füzelerle vurması gibi bir dilden mi bahsediyor? Galiba. Ama elinden gelmiyor. Onun için, ABD’nin yetersiz bulduğu hamlesinin dahasını istiyor: “ABD’nin İdlib saldırısına karşı ortaya koyduğu aktif tutumun, bu yönde gelişmelerin adeta bir başlangıç olmasını diliyorum.”
‘Güçlü Türkiye’ hırsı, Türkiye’yi savaşa karşı olmaktan savaş heveslisi bir ülkeye dönüştürdü, toplumun hatırı sayılır büyüklükteki bir kısmını da peşine takarak. İçerideki savaş da bu yolda büyük rol oynadı.
Barış içinde birarada yaşamak böyle mümkün olmaz. Tarihten biliyoruz. Kimsenin yeterince güçlü olmadığı bir dünya lazım bize. Güçlü ülke insanlarının barış içinde, özgürce, farklılıkları zenginliğe dönüştürerek eğlentili yaşadığı yerdir.