MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
AKP hükümeti (seçim hükümeti de odur) güvenlik zafiyetinin ta kendisidir. AKP’nin ve asıl aktör Tayyip Erdoğan’ın ülke içinde yarattığı şey tam bir şiddet ortamı. Çünkü tek-adam rejimi (bazı demokratik mekanizmaların işliyor oluşu sonucu değiştirmez) başlıbaşına bir şiddet odağı ve üreticisidir.
Erdoğan önce kendi partisi içinde tek-adam konumuna geldi. Onun istemediği adayların boy gösterdiği il-ilçe kongrelerinin iptal edildiği bile oldu. Parti demek, o demekti. Ve sonra, bunun mantıki sonucu olarak, Türkiye de o demek oldu. Millet AKP’yi seçmiş olduğuna göre, millet iradesi AKP’ydi ve AKP de Tayyip Erdoğan’dı ve dolayısıyla millet iradesi Erdoğan’dı.
Veciz ifade
Bu kestirme yolu Erdoğan 2 Temmuz 2013’te Meclis’teki grup konuşmasında gayet veciz şekilde ifade etti: “Milletle gönül bağını hiç koparmayan bir partiyiz, biz milletin diliyle konuşuruz, biz milletin kendisiyiz. Milletin söylemek istediği bir şey varsa bunu görür, duyarız ve gereğini yaparız.”
Yani, milletin bir şey söylemesine de gerek yok; zaten RTE’nin söylediğinden farklı bir şey söyleme hakkı da yok. Gerekirse milletin yerine o söyleyecek. Dolayısıyla, demokrasi, zamanını ve miktarını kendisinin tayin ettiği ‘özgürlük’leri verme, vermeme veya geri alma sürecinden başka bir şey değil. Böylece millet de Alparslan Türkeş’in “Ne mozayiği, mermer” dediği şeyin daniskası haline getirilmiş oldu.
Ama sadece millet de değil; demokrasinin en temel kuralı erkler ayrılığını abes bulduğunu da söylemişti RTE. Ve onun da gereğini yaptılar, yargı da RTE demek oldu. Emniyet ve istihbarat teşkilatı da, bütün bürokrasi de. Medyanın nasıl gazetecilik yapması gerektiğini de o biliyordu ve büyük medya da onun bildiğini yaptı.
‘Milli hassasiyetler’
AKP’ye oy vermeyen, başka bir iradeye sahip (‘milli’ değildi!) millet kesimleri yoksayılarak millet yekpareleştirildi. Bu kesimlerin karşısında kimi zaman AKP’de ve AKP o demek olduğu için RTE’de cisimleşen ‘milli irade’, kimi zaman da – 6 Nisan 2005’te Trabzon’da TAYAD’lıları linç etme girişiminden sonra başbakan olarak söylediği şu sözdeki – ‘milli hassasiyetler’: “Dün Trabzon’da olan olaylarda, tabii ki halkımızın hassasiyeti çok ama çok önemli. Halkımızın bu hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak herkes tavrını belirlemelidir ve halkımızın bu milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman, şüphesiz ki bunun tepkisi farklı olacaktır.”
Yani, linç meşrudur! Başka örneklerle yorulmayalım; bugün ‘geldiğimiz’ şiddet ortamı veya ‘güvenlik zafiyeti’ AKP’de, RTE zihniyetinde mündemiçti, ‘gerekli’ durumlarda kendini gösterip durdu.
Makas değişimi
Fakat yine de bir makas değişimi oldu: 2013 Haziranı, Gezi İsyanı. Bindiği at nasıl üzerinden atıp RTE’nin hayalarını ezdiyse, bir kesimini yoksayıp yekpare zannettiği o toplumun bir ‘parçası’ da RTE’yi Gezi’de üzerinden atıp siyasi olarak da kişisel/psikolojik olarak da ezdi. 200, 300 kişiyle emekleyen Gezi Parkı’nı koruma direnişini siyasi bir isyana, ‘Yetti ulan artık’ narasına dönüştüren kıvılcım da bir bakıma RTE’nin, “Siz ne kadar konuşursanız konuşun o kışla oraya yapılacak” demesi, yani yine o ‘yekpare’ milletin ne düşündüğünü, ne söyleyeceğini, ne yapacağını tayin edecek ve onun yerine gereğini yapacak olanın kendisi olduğunu söylemesiydi. O küçük kalabalık bir gün sonra 10 bine, çadırların yakılmasıyla da devasa ve zinde bir kitleye dönüştü.
RTE bu durum karşısında tam da attan düşmüşe döndü. Hizaya girmemekte kararlı birileri, milyonlar vardı ve o ne cüret, bir de RTE’yi sıfırlamışlardı ve o kışlayı oraya yaptırmayacaklardı ve yaptırmadılar. Üstelik ortaya çıkmıştı ki o kışla, kışladan çok daha büyük bir şeydi. Kendi söyleyeceğini kendi söyleyen, söylemek isteyen bir (parça) toplum. Dolayısıyla, yaptırmadıkları sadece kışla da değildi.
Ve işte hükümet, polisi barışçı protestoların üstüne salıp insanları öldürerek, gazlayarak, zehirleyerek kendini ortaya koyan devletlu/siyasi aşırı şiddetle her gösteriyi bastırmaya kalktı. “Yüzde 50”yi ve esnafı da göreve davet ederek… Onlar da bu kutsal görevi ifa etti.
Muhalif her sesi susturmaya (kaldırımda veya balkonda konuşanları bile), gazete ve televizyon kanallarını, Facebook ve Twitter’ı sansürlemeye, kapatmaya azmetti. Abdülhamid istibdadındaki sansürle yarışır mertebeye ulaştı (Kimse bana bunların 2011’den sonra RTE’nin azıtmasıyla başladığını söylemesin, azdı sadece çünkü hizayı bozanlar artmaya başlamıştı).
Hükümet sansür uygularken, medyası da yazılamayanların yalan, eksik, yanlış, çarpıtılmış versiyonlarını üretmekle ve şiddet çığırtkanlığı yapıp saldırmakla meşguldü. (Öbür taraftaki medyanın haline girmeyelim şimdi). Ve şu yaşadıklarımız, Bernard Shaw’un o ünlü lafını kanıtlamış oldu: “Katl, sansürün ekstrem biçimidir.”
Balık avlamak yasak, Kürt avlamak serbestti
Haziran seçimleri öncesinde ve sonrasında RTE’nin – ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun da tabii – yaptığı şey sadece şiddet dili kullanmak değildi, PKK’ye saldırıp savaş başlattılar, her tür muhalif gösteriye saldırarak, saldırtarak, saldırılara göz yumarak, saldıranları cezalandırmayarak şiddet ortamını yarattılar, yarattıklarını besleyip pekiştirdiler, zaptedilemeyecek bir canavara dönüştürdüler. Tabii, MHP de Meclis’e 80 milletvekiliyle temsil edilen bir partiyi, onları seçen milyonlarca insanı yoksayarak, aşağılayarak bu şiddet ortamının oluşmasına katkı yaptı.
Bütün bu yaz boyunca mesela balık avlamak yasak, Kürt avlamak serbestti. Önüne gelen ‘milli irade’ ve ‘milli hissiyatlar’ timsali, önüne gelen Kürt’e gönül rahatlığıyla saldırdı, HDP binaları, mitingleri bombalandı… Bu saldırma özgürlüğünü kimden aldılar? Saldırıları önleme ve saldırganları yakalama sorumluluğu olan ama bunu yerine getirmeyenlerden.
Cinai Suriye politikası
Bu tabloya bir de o cinai Suriye politikasını ekleyin. Sadece Türkiye için değil, bütün Ortadoğu için güvenlik zafiyeti yaratan o politikayı. Suriye politikası komşu bir ülkedeki ölüm kapanını büyütmekten, daha tehlikeli hale getirmekten, katil örgütler yaratmaktan ve oluşmasına, güçlenmesine yardım etmekten başka bir şeye yaramadı; yaramayacağı başından da belliydi.
Üstelik, dışarıda açacağınız her cephenin, kendi ülkenizi de cephe haline getireceğini, tüm toplumu hedef konumuna sokacağını bilmeliydiniz. Ama ‘cihan devleti’ böbürlenmeleri ve hülyaları her zaman kör edici olmuştur.
Dolayısıyla, RTE’nin veya Ahmet Davutoğlu’nun Ankara’daki barış mitinginde bomba patlatma kararı almış olmasına gerek yoktu ve zaten böyle bir şey de olmadı. Ama bu, RTE ile Davutoğlu ve hükümeti Ankara’daki katliamdan da, genel şiddet ortamından da birinci dereceden sorumlu olmaktan kurtarmıyor. Evet, istihbarat zaafı ve teknik olarak güvenlik zafiyeti var, ama bunlar, şu anlattığım çerçeve içinde, tali konu.
Ülkeyi terör eylemlerine açık hale getirdikten, komşu ülkeleri terör tarlalarına dönüştürdükten sonra ne yaparsanız yapın böyle ‘zafiyetler’den kaçınamazsınız, çünkü asıl zafiyet sizsinizdir, uyguladığınız siyasettir, hakim kıldığınız zihniyettir.