MURAT SEVİNÇ
Anayasasında ‘insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti’ olduğu hükme bağlanan Türkiye’de, biri çıktı ve ‘bir metne’ imza atan akademisyenlerin öldürüleceğini ve kanlarıyla duş alınacağını yazdı.
Aynı kişi daha önce, sanırım tarihimizde ilk kez görülen biçimde bir miting de yapmıştı. O mitingde gerekirse ‘oluk oluk kan akacağını’ müjdelemişti! AB kapısında bekleyen 2015 Türkiye’sinde. Ardından yürüyüp gitmişti.
Bugünkü açıklama ve akademisyen kanıyla duş alma fantezisi ardından da yürüyüp gidecek tabii. Çok rahat.
İnsan bu rahatlığa özenmiyor da değil doğrusu. Düşünsenize, görüşünü beğenmediğiniz insanların kanıyla banyo yapma gibi bir talebiniz var, bunu açıkça dile getirebiliyorsunuz ve başınıza hiçbir şey gelmiyor… Yaşasın ifade özgürlüğü!
Türkiye’nin nasıl bir felakete doğru hızla yol aldığını, herhalde asıl görmesi gerekenler dışında herkes görebiliyor.
Tartışmaya ve açık tehditlere neden olan ‘imza metninin’ içeriğine girmeden, Türkiye’nin halini göstermesi açısından anlamlı olabilecek bir örneği Amerika’dan verelim.
Dünya çapında tanınan bir bilim insanı olan ve yakın zaman önce vefat eden Prof. Edward Said, bundan tam 16 yıl önce Lübnan sınırından İsrail karakoluna taş atar. Fotoğrafı yayınlanır. Malumumuz, Filistin meselesinde sembol olmuş eylem biçimlerinden biridir ‘taş atmak.’ Said’in amacı bu taşla İsrail’in uygulamalarını protesto etmektir. Said o esnada Columbia Üniversitesi’nde çalışmaktadır. Tabii taş, Amerikan sağcılarını ve tahmin edilebilecek ‘lobileri’ harekete geçirir. Said’in üniversitedeki görevine son verilmesi yönünde talepler olur. Bunun üzerine üniversite yöneticisi (bildiğim kadarıyla rektör yardımcısı konumunda) Jonathan R. Cole, Said’i savunan bir yazı kaleme alır.
Uzunca yazının özü, şu ifadelerdedir: “Bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten/felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur. John Stuart Mill, ‘On Liberty‘ (Özgürlük Üzerine) adlı eşsiz makalesinde, bize hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin özgürlük kavramı açısından niye çok önemli olduğunu belagatle ortaya koyar ki o fikirler bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit eder görünebilir… Fikirler, sınıf içinde veya dışında kamusal ifade buldukça anlam taşır; bazı fikirler bize çirkin gelebilir, ‘doğruluk‘ mefhumumuza aykırı düşebilir, yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir, ama ne olursa olsun akademik düzenimizin temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında olmaları gerekir… Bu nedenle, Said’in etrafında süregiden son tartışma da bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma özgür fikir alışverişine zincir vurma veya Profesör Said’e yaptırım uygulama çanlarını içerir hale gelmesin. Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit eden işte tam da Said’in ifade özgürlüğünü ya da eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir… Eğer Said’in özgürce yazma ve konuşmasını güvence altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız yerinde olmaz mı?.. Ne var ki, ifade özgürlüğünü içeren akademik özgürlük söz konusu olduğunda, bir öğrenciye sunulanla Said’e sunulan güvenceler açısından bir fark yoktur. Nasıl Said meselesinde ifade ve eylem özgürlüğünü savunuyorsam, öğrencilerin haklarını da aynı şekilde savunurum. Ve Said hakkında üniversitenin uygulayacağı herhangi bir yaptırım olduğuna inanmadığımı da ifade etmek isterim.” (Alıntı, Radikal, 24 Eylül 2005)
İşte akademik özgürlük ‘böyle’ bir şeydir. Üniversite ‘böyle’ bir yerdir. Üniversite yöneticisi de ‘böyle’ bir kişidir.
Başkanlık sistemine geçersek, kimi üniversitelerdeki el öptüren bıyıklılar da bu şekilde davranır mı dersiniz! Baksanıza, güleryüzlü İslamcı Abdullah Gül’ün adını taşıyan üniversitedeki profesöre 301’den soruşturma başlatılmış bile. Bunu diğerleri izleyecek büyük olasılıkla.
Sürpriz değil tabii, imam-cemaat ilişkisi. Özellikle taşra üniversiteleri göz doldurma yarışına girecek şimdi. Yukarıdaki Edward Said örneğinden haberleri var mıdır dersiniz?
Darbelerden, baskıdan çok çekmiş sevgili hocalarımız, YÖK ile birlikte üniversitenin sona erdiğini söylerlerdi. Haklılardı elbet. Bir kez özerkliği kaybettiğinizde gelinecek nokta doğal olarak burası.
Emir demiri keser. Sistemimizde tüm yöneticiler, her bir etkinlik ve kaynak tahsisi için bir üst yöneticiye bağımlı ve piramidin tepesinde 12 Eylül’ün görkemli armağanı YÖK var. Başkanını cumhurbaşkanının atadığı YÖK! Konu, sabaha kadar yazsanız bitmeyecek türden. Bu nedenle öğretim üyelerinin imza metnine ve akıl fikir almaz tepkilere geçelim.
‘Barış için Akademisyenler’ inisiyatifi ‘bu suça ortak olmayacağız’ başlıklı bir metin hazırlamış. Sorun zaten grubun adında başlıyor. İçinde ‘barış’ var. Olacak iş değil. Memleketimizdeki mümtaz algıya göre bir kurumun adında ‘barış’ sözcüğü varsa, en iyi ihtimalle marjinaldir!
HDP’ye yakınlığıyla bilinen 40-50 kişilik bir grup olsaydı, mesele değildi devlet için. Buna mukabil farklı görüşlerden ve hayli ‘prestijli’ kurumlardan 1000’in üzerinde ‘milli’ ve ‘gayrı milli’ akademisyen imza koymuş metne. İmzacıların da metnin de ‘tüm akademisyenleri’ temsil etme gibi bir iddiası yok. Oysa bugün açıklama yapan kimi üniversiteler ‘imzacılar herkesi temsil etmiyor’ buyurmuş. O kadar korkuyorlar ki malumu ilan etmekten sıkılmamışlar. Oysa bu açıklamaları yapan üniversite idarecileri, daha geçen yıl müzakereler yürütülürken sus pus olmuş, sağda solda açılım sohbetleri yapıyordu.
Peki nasıl bir metne imza atmış, hangi günahı işlemiş çok sayıda akademisyen? Ya da metni imzalamamakla birlikte aynı yönde düşünen, aynı kaygıları paylaşan binlerce akademisyen, hangi büyük günahı işliyor?
Öncelikle imza metninde beğenmediğim yerler olduğunu söylemeliyim. ‘Ben olsam şu ifadeyi kullanırdım’ ya da ‘Hukuk ihlallerine daha çok yer verirdim’ dediğim yerler. Belki de mesleki deformasyondandır, bilemiyorum. Ancak itirazlarımın hiçbir önemi yok şu anda. Mesele, metnin ‘barış’ talebiyle yazılmış ve müthiş bir topluluk tarafından imzalanmış olması. Herkesin katılmadığı bazı yerler olabilir tabii ancak belli ki yine o herkes, ‘aynı’ sonucu talep ediyor: Barış.
Bunun nesi büyük felaket? Metni imzalayanlar mı İmralı’ya gitti? ‘Analar ağlamasın’ ifadesinin mucidi imzacılar mı? Dolmabahçe protokolü, imzacılar huzurunda mı karara bağlandı? Ayrıca tüm imzacılar barış sürecini içtenlikle desteklemedi mi? Bütün mesele barış umudunu terk etmemiş olmaları mı?
İnsanın aklıyla fikriyle dalga geçiyorlar. Metne imza koyan yüzlerce akademisyene ağız dolusu hakaret, tehdit ve sindirme çabası. Metni imzalayanlar, bu halkı ‘kin ve düşmanlığa teşvik ediyor’ öyle mi? La havle…
Devleti, hukuk dışı eylem ve işlemlerden sorumlu tutup yön değiştirmesini talep etmiş imzacılar. İfadelerin hepsi, Türkiye’de her Allah’ın günü tartışılan, üzerine yazılıp çizilen konular. Hepsi ifade özgürlüğü kapsamında. İfade özgürlüğünün, ‘rahatsız/şoke edici düşünceler’ açısından söz konusu olduğunu belirten çok sayıda AYM/yargı kararı Türkiye’de verilmedi mi? Söz konusu hükümler AİHM kararlarına dayandırılmadı mı? Türkiye’nin aksi yöndeki kararları AİHM’de tazminata mahkûm edilmedi mi?
Devletin şu anda bölgedeki uygulamalarıyla, ‘anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal ettiğini’ belirtmiş akademisyenler. Bunun aksini söyleyecek bir kamu hukukçusu mu var Türkiye’de? ‘OHAL ilan etmeden daha ağır tedbirler alınıyor’ demeyen kaç anayasacı kaldı?
Neymiş efendim itham edici sözcükler varmış. Gelen bölük pörçük haber ve fotoğrafları gören insan ne düşünebilir? Duvarlara, kara tahtalara anormal ifadeler yazıp sosyal medyada paylaşanlar, metni imzalayan akademisyenler mi? Tahta önünde elinde silahla poz verenler, tiyatro kolundan mı? Akademisyenler mi yüzlerini kapatıp tehdit videoları çekiyor ve paylaşıyor? Bir cenazeyi aracın arkasında sürükleyen imza atanlardan biri mi?
Bunlar nasıl devlet memuru böyle, akıl alır yanı var mı? Polis ve asker, idareyi temsil etmiyor mu? Herkes mi aklını yitirdi?
İnsan hakları ihlallerinden söz ediliyor metinde. Yok mu? Onlarca hukukçu aylardır neyi eleştiriyor? Eleştirilerin devlete yönelmesinin nesi anormal? Pes. Hakikaten pes. Ne yapmalı akademisyenler, silahlı örgüte dilekçe mi versinler? Güzel kardeşim, biz bu devlete vergi veren yurttaşlar değil miyiz? Öyle ise hukuka uygun davranılmasını kimden talep edeceğiz? Hukuk kuralları içinde davranmak zorunluluğu devlet eylemlerinin meşruiyet kaynağı değil midir? Devletler meşruiyetlerini nereden alır; sınırların pozitif hukuk tarafından çizilmiş olmasından değil mi? Öyle ise hukuk dışı uygulamaları eleştirmekten doğal ne olabilir? Türkiye anayasasını rafa kaldıran imzacılar mı? Her devlet, en zor koşullarda dahi tüm uygulamalarında hukuka uygun davranmak zorunda değil mi?
Kürt siyasal hareketinin taleplerinden söz ediliyormuş metinde. Bak sen. Şaka gibi gerçekten. Kürt sorununu çözmek için Aborjinlerin talepleri mi gündeme gelsin? Bu memlekette söz konusu talepler zaten 30 yıldır konuşulmuyor mu? Kitaplar yazılmıyor mu? Gazetelerde konu edilmiyor mu?
Eğer kastedilen ‘özyönetim’ ise katılır ya da katılmazsınız ancak bu önerinin Atatürk’ün 1921 Anayasası’ndan daha ‘geride’ olduğu bilinmiyor mu gerçekten? Böylesi bir cehaletle mi karşı karşıyayız? Özyönetim tartışmakla başkanlık tartışmak arasındaki hukuksal farkı açıklayabilecek tek bir hukukçu var mı toprağımızda?
Bir süre önce Şevket Eygi adındaki yazar, bölge sorunlarının çözülmesine yönelik ‘Şeriat ilan edilmesini’ önermedi mi? Ne oldu? Hakkında soruşturma mı açıldı?
Devlet, her eyleminde yasalara ve aynı zamanda hukuka da uygun davranmak zorundadır. Devlet ile kaba güç kullanan yasa dışı örgütler arasındaki başkalık budur. Devletin şiddet tekelinin gerekçesi, arkasındaki hukuktur. Aşamayacağı yetkileri çerçevesinde silah kullanan bir kamu görevlisi ile sağa sola ateş açan sıradan yurttaş arasındaki fark gibi. Kendisi için çizilen sınırlar içinde hareket eden devlet güçleri, o sınırlara riayet nedeniyle meşrudur. Kamu görevlileri hukuk dışına çıktığında tepki gösterip uyarmak ise yurttaşlık görevidir. Bizler devlet sayesinde var olmuyoruz; devlet bizim sayemizde var.
Metnin içeriğine, diline katılır ya da katılmazsınız. Azımsanmayacak sayıda akademisyen Türkiye’nin en temel sorununa dair tespit ve kaygılarını paylaşıp devletlerini göreve çağırdığında, bunun karşılığı tehdit ve hakaret mi olmalı? Soruşturma mı olmalı? Dava mı olmalı?
Memleketin bilgi üreten düzgün bilim insanları, bu denli ucuz saldırı ve hedef göstermelere muhatap olmamalı. Devlet memuru olmak başka bir şey, devletin kör ve sağır kulları olmak başka.
Artık bir şey düşünüp hatırlayacak durumda olmayabilirler ancak AKP iktidara gelişini, devlet eleştirisine ve karşı çıkışlarına borçlu bir parti. Metne imza koyan akademisyenler, başkaca pek çok haksızlık karşısında da ses çıkarmayı görev bilmiş, bilen ve bilecek insanlar. Emirle değil; akıl, bilgi ve vicdanlarıyla hareket eden insanlar.
İmzacıların hedef gösterilmesi, dile getirilen hiçbir şeyin inatla ‘duyulmaması’ herhalde memlekete hayır getirmez. Hiçbir zaman getirmedi. Adamın birinin, yaratılan koşulların etkisi ve şevkiyle ‘akademisyen kanıyla duş almak istemesi’ ve bu ifadeyi özgüvenle dillendirmesi, herhalde bir devlet için gurur duyulacak bir durum değil.
Bu arada, son söz CHP’ye olsun. MHP malum. AKP’lilerle farkları bıyıkları. HDP ne derse desin bölücülükle itham ediliyor. Geriye CHP kaldı. Kemal Kılıçdaroğlu son 24 saatte olup bitenden haberdar mıdır ki acep? Bir söyleyen olmuş mudur?
Çok önemli not: AYM, YÖK Kanunu’nun, Mart 2014’te değiştirilen md.53/b’sinin iptaline karar verdi geçen yıl. Madde, disiplin işlerini YÖK’e bırakıyordu. İyi bir karardır, buraya ekliyorum. Bu kararı, Prof. Yaman Akdeniz hatırlatmış, sağolsun. Haliyle şu anda YÖK tarafından konuşulduğu türden soruşturma açılamaz. Diyebilirsiniz ki, ‘yasa çıkarırlar.’ Olabilir ama çıkan yasa da geçmişteki olaya uygulanamaz. Durum bu…