ERAY ÖZER
erayozer@gmail.com
Gazeteciliğin efsane isimlerinden, fırçasını yemeyenin yanından mutsuz ayrıldığı Tuğrul Eryılmaz’ın Asu Maro’ya hayatını anlattığı 68’li ve Gazeteci kitabı, bugünlerde itibarı ziyadesiyle irtifa kaybeden gazeteciliğin, sislerin ardında kalan siluetine uzaktan bir saygı duruşu. Sadece bu da değil. Teslim olmayan, akışa uymayan bir adamın flu bir gelecek pahasına bedel ödemeye devam etmesinin hikayesi bir yandan da…
Bir sahne geliyor gözümün önüne. Yıl 2001 olmalı. Ankara 100’üncü Yıl’daki öğrenci evinde bilgisayarda Tuğrul Eryılmaz’ın e-posta adresini bulmaya çalışıyorum. O zamanlar fotoğraflarını aratma opsiyonu var mıydı, hatırlamıyorum ama suretini hiç görmemişim. İsmini ise çok iyi biliyorum. Radikal İki’nin yayın yönetmeni o. Üçüncü sınıftaki bir üniversite öğrencisine kendisini memleket meselelerine, bir parça da kültür-sanata hakim hissettirecek benzersiz bir yayının başında…
O hakimiyet duygusuyla boş duracak değilim ya! Ben de almışım klavyeyi elime, döktürmüşüm bir ağdalı yazı. Tuğrul Eryılmaz’a bir ulaşabilirsem, Radikal İki’de yayınlansın istiyorum.
O kadar yakınımda hissediyorum demek ki kendimi… Bir e-posta uzaklığında…
Bir kuşağa Türkiye’nin dertlerine kafa yorarken bunları insanlara kolaylıkla paylaşacağına inandıran, kendisini bu kadar yakınımızda konumlandıran bir yayındı Radikal İki. Elimizi uzatsak değeceğiz, biz de fikrimizi o platformda ifade edebileceğiz.
Yazı mı? Onu hiç sormayın, şimdi okuyunca yüzüm kızarıyor. Gönderdim de üstelik. Of. Çok fena.
Çıkmadı tabii. Olsun.
Pazartesileri elimizde Radikal İki’yle gezerdik okulda. ‘Dünden kalanları okuyacağız’ bahanesiyle aslında etrafımıza ‘kim olduğumuz’a dair bir mesaj verme gayesindeymişiz besbelli.
Ve ikinci sahne: Radikal’deyim artık! Spor servisinde. Yıl 2005. Gözü açılmamış bir spor yazarı, muhabiri, editörüyüm (o kadar azdık ki, hepsini yapıyorduk vallahi).
Gözüm yine Tuğrul Eryılmaz’da. Sol arkamızda, pencere kenarında, tavanı bulmayan yarım panellerle çevrili, küçücük odamsı bir alanda oturuyor. Artık ‘merhaba’mız bile var. Ben daha çok yeni olduğum için ‘siz düşükler’, ‘siz fakirler’ ve ‘siz ne anlarsınız’lardan nasibimi henüz çok az alıyorum.
Bir gün nasıl olduysa bana bir cesaret geliyor ve gidip Tuğrul Bey’e “Ben bir futbol yazısı yazdım ama spor sayfaları değil de, Radikal İki için daha uygun diye düşünüyorum” diyorum. Belli ki yürek yemişim.
Gözlüklerinin üzerinden kafasını kaldırıyor. Yüzünde ‘Ah be çocuk, şimdi bu yazıya nasıl hayır diyeceğim’ ifadesini görüyorum. Keşke geri dönsem, koltuğuma gömülsem, hiç çıkmasam… Nasıl bir aptal cesareti benimkisi…
E-posta adresini söylüyor Tuğrul Bey. Ama dediğim gibi umudum yok. Beni kırmak istemediği çok belli. Derhal yazımı gönderiyorum. Başlığı ‘Çocukluğumun Futbolu.’
Tabii ki Tuğrul Bey’den ses çıkmıyor. Aradan haftalar, hatta belki aylar geçiyor. Bende de soracak cesaret yok zaten. Bir gün odasında ilk defa samimi bir muhabbetin bir parçası oluyorum. Bize bu yazının konusu olan kitapta da yer alan bir gençlik fotoğrafını gösteriyor. Semra Cafer ile birlikte çekildikleri.
Yazıyı beğenince fırçayı yiyorum tabii
O konuşmanın samimiyetinden aldığım güçle yazıyı soruyorum. Okudu mu, beğendi mi, nefret mi etti acaba?
Yine mahcup oluyor belli. Okuyacak, beğenmeyecek ve beni üzmek de istemiyor. Ama mecbur artık. Benim obur Radikal İki’de olma talebimden daha fazla kaçamayacak. “Tamam” diyor, “Şimdi bakıyorum.”
Bir yarım saat sonra beni yanına çağırıyor. Gözlükleri elinde. Gözleri dolmuş hafiften. Bir spor yazısına hislenmiş. Fırçamı yiyorum tabii: “Çabuk otur ara başlık, spot yaz şuna. Futbol gibi düşük bir şey yüzünden duygulandırdın beni!”
Radikal İki’deki ilk ve tek yazım bu. Sonrasında Tuğrul Bey’i zorda bırakmak istemedim sanırım, yahut zirvede bırakayım da rezil olmayayım mı dedim artık, bilemiyorum.
Asu Maro’nun, karşısındakini içinde ne varsa dökmeye teşvik eden nefis sorularıyla su gibi akıp giden Tuğrul Eryılmaz’ın ’68’li ve Gazeteci’ kitabını okurken zihnimin kıvrımları arasında bir yerlere gizlenmiş bu iki sahne çıkıverdi yerlerinden.
Şimdilerde Cihangir, Firuzağa Kahve’de her gördüğümde azıcık fırçasını yiyeyim diye bir çay içimi yanına iliştiğim bu tatlı adam, o kadar berrak bir dille anlatıyor ki kitapta kendisini.
İçinde pek tabii ki gazeteciliğe, Türkiye’de bu mesleğin geldiği duruma dair çok şey var. Lakin bunun ötesinde, ilk tanışmada gösterdiğinin aksine insanları çok seven bir delinin –vallahi o kendisine öyle diyor kitapta, yoksa öldürür beni- bir hayatı hem doğru, hem de tadına vararak yaşamak için verdiği mücadeleyi okuyorsunuz.
Teslim olmuyor Tuğrul Bey. Akışa uymuyor. Çok sevdiği Londra’dan da, hayatın daha konforlu aktığı Ankara’dan da ayrılmasını biliyor.
Sanki kendisine daha en başta, gençliğinde hayalleriyle çizdiği bir doğruya ihanet etmemiş olmak için çeşitli seviyelerde bedeller ödemeyi göze alıyor.
Bunu yapmak kulağa kolay gelebilir. Ama öyle değil.
Yanlış hayat doğru yaşanmıyor ki
Kendinden taviz vermeden ama dünyanın zevklerinden geri durmadan yaşamak… Adorno’nun o meşhur aforizmasında anlattığı gibi: Yanlış bir hayatın doğru yaşanmayacağını bilerek…
İnsanın hayatta sahip olduğu en önemli şeye, kendisine yabancılaşmadan ve özsaygısını yitirmeden bir ömrü geçirmesi gazetecilik denilen meslekte çok kolay olmuyor.
Hayatta en büyük pişmanlıkları arasında kapıyı çarpıp gitmelerini değil, üretmeye devam ettiği şeyin hatırına oturup kalmalarını sayan bir gazeteci o. Tuğrul Eryılmaz’ın kitabı, bugünlerde itibarı ziyadesiyle irtifa kaybeden gazeteciliğin, sislerin ardında kalan siluetine uzaktan bir saygı duruşu aslında.
‘Hakikatin yalan, yalanın ise hakikat gibi göründüğü’ bu dönemeçte 68’li ve Gazeteci, ince mizahı ve iyiye olan inancıyla gücünü kaybeden gazeteciler için de biraz temiz hava alma imkanı sağlıyor.
Kitabın yazarı Asu Maro’nun soruları o kadar yerli yerinde ki, insan kulaklarında Tuğrul Bey’in sesiyle, koca bir ömre hiç yabancılık çekmeden ortak oluyor.
Tuğrul Eryılmaz’la bu kitap sonrası epey bir söyleşi yapıldı, hayatına dair detaylar bir de o söyleşilerde soruldu.
Ben Maro’nun bu yazım sürecinde başına gelenleri merak ettim ve soruları ona yönelttim. Zira Tuğrul Bey’in zaferler, yenilgiler, kahkaha, gözyaşı, aşk ve entrika dolu hayat hikayesini merak edenleri en yakın kitapçıya davet ediyoruz.
Böyle bir kitaba Tuğrul Bey’i nasıl ikna ettin? Zor oldu mu?
Sunuşta da anlattığım gibi, bu fikir bende çok önce, daha Radikal İki’de Tuğrul’la dört yıl çalıştıktan sonra ayrılırken doğmuştu. O emekli olup İzmir’e yerleşmekten söz ettikçe ben de “O zaman ben de geleceğim, nehir söyleşi yapacağız, söz mü?” diyordum, o da tabii beni geçiştiriyordu. “Ciddiyim” diye ısrar edince de “Kim ne yapsın benim hayatımı?” diyordu. Sonra 2015’te bu fikri ortaya atan Vahit Uysal ile Yıldırım Türker olmuş, başka bir yayınevine düşünülen bir sözlü tarih dizisi projesi için, Tuğrul da çok şükür “Asu yıllardır bunu söyleyip duruyor, önce ona sormazsak beni öldürür” demiş. Öldürürdüm nitekim.
Fikir ne zaman oluştu, kitaba ne zaman başladınız?
2015 sonlarıydı bana geldi proje, kasım ayında da teybin düğmesine basmışız.
Röportajlar ne kadar sürdü? Toplamda kaç saat konuştunuz?
Bir 24-25 seans yapmışız, her biri en az iki saatlik. Önce çocukluktan bugüne hayat hikayesini bir tur konuştuk, sonra başa dönüp bir tur daha, arada atladığımız şeyler varsa akla gelsin diye. Sonra da kayıtlar çözüldükçe benim aldığım notlar üzerinden bölüm bölüm ele aldık dönemleri, konuları.
Kullanmadığınız bölümler oldu mu?
Pek fazla olmadı açıkçası. Olsa olsa aralardan tırpanlamış, tekrarları atmışızdır. Ekonomik konuşmuşuz belli ki ve de hayatı sahiden anlatılası bölümlerden oluşuyor.
Tuğrul Bey’in sonradan ‘Burası sert oldu’ dediği ve çıkardığı bölüm var mı? Elde malzeme kaldı mı?
Olsa olsa kullandığı sözcüğü yumuşatmış, birine haksızlık ettiğine inanırsa dengelemek için ikinci bir cümle eklemiştir. Hani hep kötü yanlarından söz etmeyelim gibisinden. O da çok az oldu gerçekten. Elde malzeme kalmadı ama ‘Anlatamadıklarım’ başlıklı bir ikinci cildin şakası yapılıyor şu anda. Tabii ona da talibim şimdiden.
En başından itibaren, bu kitap özelinde toplamda kaç fırça yemişsindir tahminen?
İnanır mısın, herhalde hiç. Yani arada olayı medya söyleşileri ciddiyetinden başka yöne çekmeye çalıştığımda “Senin de şu magazin merakın” lafını işittim ama onu fırçadan saymamışım belli ki. Ben dört sene Radikal, dört sene Milliyet Sanat’ta bire bir çalıştım kendisiyle, fırça kotamı doldurmuş olmalıyım. Kaldı ki kendi itiraf ediyor, beni seçmesinin bir sebebi de biraz o magazin merakımmış.
Senin Tuğrul Bey’le ilgili düşüncelerine nasıl bir katkısı oldu bu konuşmaların? Kafandaki Tuğrul Bey’den farklı birisini gördün mü?
Valla daha da çok sevdim diyeceğim, ağırlama gibi olacak ama işin aslı bu. Sandığımdan çok daha duygusal biri olduğunu gördüm mesela. Muhtelif bölümlerde karşılıklı gözlerimiz doldu, itiraf edeyim ki. O ‘huysuzdur’ imajının boşu boşuna oluşmadığını, daha çok genç yaşlarda sürüden biri olmadığın zaman kendini koruman gerektiğini düşündüm sonra. O uyumsuz hali bütün ömrüne yaymanın ne kadar zor olduğunu sonra. Genç yaşlarda herkes uyumsuz olur, marifet yaşın ilerledikçe de uyum sağlamayı reddetmekte, gerektiğinde çekip gitmeyi bilmekte ki Tuğrul’a en onun gibi düşünmeyenlerin bile hakkını teslim etmesinin, saygı duymasının nedeni bu bence. Neleri reddettiğini, nelere prim vermeyip neleri ilke kabul ettiğini görüyorsun kitapta. ‘Medyanın huysuz abisi’ ile açıklanamayacak kadar çok fark edilmesi gereken değer var orada.
Kitaba nasıl tepkiler geliyor? Hiç eleştiren, alınan var mı?
Hep güzel tepkiler bana geliyor, alınan, eleştiren Tuğrul’a bildiriyor açıkçası. Dolayısıyla ona sorman lazım. Benim işittiklerim hep “Ne iyi yapmışsın da ikna etmişsin”, “Su gibi akıp gidiyor, elimizden bırakamadık”, “Ders gibi okutulmalı”. Memnuniyetler bana, şikayetler ona. Adil bence.