NUR BANU KOCAASLAN
nurbanukocaaslan@diken.com.tr / @nurkocaaslan
Başkanlık sistemi artık geri dönüşü olmayacak biçimde gündemimizde. Ama ne yazık ki tartışma aylardır beylik laflar üzerinden ilerliyor.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Prof. Dr. Emre Bağce ise hamaset ve kof polemikten uzak, verilere dayalı bir kitap hazırlamış.
Kapsamlı bir araştırmanın ürünü kitapta hukukun üstünlüğü, siyasi hak ve özgürlükler, demokrasi, yürütmenin sınırlandırılması, insani gelişme, iyi ülke, mutluluk gibi 20 endeksle başkanlık, yarı başkanlık sistemleri ve parlamenter sistemler inceleniyor.
Net olsa da Bağce vardığı sonuçları dikte etmekten yana değil, okuyucunun kitabı okuyarak bir kanıya varmasından yana….
Bu kitabı yazma motivasyonunuz neydi?
Türkiye’de hangisini savunursa savunsun tüm taraflar, bir şeyi isteyip istemediğini söylüyor ama bunu kamuoyu tarafından tartışılacak şekilde bir argüman içinde sunmuyorlar. Buradan çıkan sonuçlar tüm taraflar için tartışmanın bir parçası olabilsin istedim. Destekliyorum çünkü bundan ötürü diyebilsin. Bunun üzerine en sağlam ölçü nedir diye sormaya başladım.
Akademinin işlevlerinden biri de eleştiridir. Bu da ölçüyle olur. Tasarladığınız şeyin rasyonel olup olmadığına bakılır. Amaçladığınız şeyle gerçekleşeni karşılaştırırsınız, ikisi arasında fark var mı diye. Ciddi farklılık yoksa amaçladığınız şeye ulaşmışsınız, buna da rasyonel diyebiliriz. Ama şu da var. Amaçladığınız şey de rasyonel olmayabilir…
Kitaba baktığımızda vardığımız sonuç biraz da böyle başkanlık tartışmalarında…
Tabii tabii. Ölçtüğümüz zamanda temel kaygı şuydu: Yönetim sistemleri tartışmalarına baktığımızda güya teorik, hukuki veya kitabi boyutta tartışıyorlar ama tartışmalara kişisel konumlarını da eklediklerinde işin içinden çıkılmaz hale geliyor. ‘Ben bir şey istiyorum çünkü kamuoyu buna göre oluşturulmalı’. Bu kilitlenmeyi nasıl çözeriz akademik anlamda, işte kitabın yazılış amacı bu.
Akıntının tersindeki ülke
Kitabınızda bir şeye dikkat çekiyorsunuz: Dünyada başkanlık ve yarı başkanlık sistemleriyle yönetilen ülkelerde parlamenter sisteme kayma eğilimi var. Türkiye akıntının tersine mi gidiyor?
Maalesef öyle. Veriler bunu gösteriyor. Türkiye’deki yapılan tartışmalara, medyada yer aldığı şekliyle baktığımız zaman, insanlar şu tip şeyler söylüyor: A yönetimi şunu getirir, b yönetimi şunu götürür… İnsanlar aslında işine gelen örnekleri seçiyor, kendi argümanlarını desteklemek için kullanıyorlar.
Birleşmiş Milletler’e göre 193 ülke var, Hong Kong, Kıbrıs gibi ülkeler hariç. Yaklaşık olarak 199 ülkeyi hesaba kattım.
Peki bu kadar ülke arasında hangi yöne geçişler olmuş?
Öncelikle, yarı başkanlık olarak tarif edilen ülkeler, parlamenter sistemlerdir aslında yanlış anlaşılmasın. Yarı başkanlık, parlamenter sisteme sahip olan fakat cumhurbaşkanlarının seçimle geldiği ve aynı zamanda yürütmenin de başı olduğu sistemlerdir. Yarı başkanlık için Fransa, Portekiz, Polonya sayılabilir. Bir zamanlar için Avusturya, Finlandiya, Bulgaristan sayılabilir. Bu ülkelerin Fransa ve Portekiz hariç neredeyse tümü parlamenter sisteme kaymış.
Sadece Avrupa değil, Asya’ya baktığımızda da Moğolistan çok güzel bir örnek. Geniş toprakları, az nüfusu var, görece belli bir huzur ve gelişmişlik içinde bulunan bir ülke. Ona rağmen yarı başkanlıktan parlamenter sisteme geçiyor.
Ne etkili olmuş peki parlamenter sisteme kaymalarda?
Kırgızistan örneği var Orta Asya ülkelerinden. Yarı başkanlık yapanlar büyük sorunlar yaratmış. Nepotizm, eş dost kayırma, usülsüzlükler vs. iç savaş içine giriyor ülke. 2005’te bir değişiklik oluyor, 2010’da tekrar cumhurbaşkanı seçilen Kurmanbek Bakiyev görevi terk etme zorunda kalıyor. 2010 referandumunda cumhurbaşkanının görevini çok ciddi bir şekilde azaltıyorlar. Sembolik bir göreve getiriyorlar. Başbakana veriyorlar görevleri.
Tacikistan’a bakıldığında devlet başkanını ölene kadar değişmez başkan olarak tanımlamaya başlıyorlar. Buralar ileride çok daha sorunlu ülkeler haline gelecek. Bir kişiyi ölünceye kadar başkan haline getiremezsiniz.
Avrupa açısından baktığımız zaman Fransa ve Portekiz hariç hepsi parlamenter sistemle yönetiliyor. Monarşi içinde olanlar da parlamenter sistemle yönetiliyor.
Sembolik monarşiler ama bunlar…
Kesinlikle, tamamen simgesel, törensel bir görevdir artık. Örnek arayan İngiltere’ye baksın.
Ülkelerin arasında kim nereye geçiyor, nereden nereye hareket ediyor diye düşünürsek, -fay hatları gibi de düşünebiliriz- yarı başkanlıkların parlamenter sisteme doğru geçtiğini görüyoruz. Finlandiya dahildir buna.
Yani halk oyuyla seçilse bile yürütmeye dahil sorumluluklar cumhurbaşkanının elinden alınıyor, böylece yürütme tek elde toplanmıyor ve böylece denge denetim mekanizması kuruluyor…
Aynen öyle. Seçimle belirledikleri cumhurbaşkanına baktığımız zaman da örneğin Almanya’da da seçimle belirlenir ama Türkiye’yi ziyaret eden kimdir, dış politikasına kim karar veriyor. Cumhurbaşkanının adını soralım kimse hatırlamaz bile. Sembolik bir rol oynar.
Mesela bunu Türkiye’de insanlar çift başlılık olarak sunuyor, efendim çift başlıyız, tek başlı olmalıyız falan. Hayır tam tersi; yürütme kendi içerisinde tekrar denetime tabi tutuluyor. Mecliste kanunlar onaylanacağı zaman diyelim ki cumhurbaşkanı 15 gün içinde onaylayabilir ya da uygun görmezse tekrar görüşülmek üzere geri iade edebilir. Parlamenter sistemin işleyişine baktığımız zaman böyle küçük frenlerle sistemin sağlıklı işlemesi amaçlanıyor.
Aktörler rol çalıyor veya yetki devrediyor
Önceki cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün en azından bazı yasaları Meclis’e geri gönderdiğini hatırlıyoruz. Şu ansa denge mekanizması olması gereken kurumun parlamentoya yasa önerdiğini, ‘Meclisimiz inşallah bu adımı atacak’ diye yönlendirmeler yaptığına şahit oluyoruz.
Cumhurbaşkanlarının parlamentoya kanun teklif etme yetkisi yoktur. Bunu Meclis’in söylemesi gerekir. Bu şu demek oluyor, aktörler birbirlerinden rol çalıyorlar. Veyahut birileri yetkisini terk ediyor ve bir başkasına bırakıyor. Bunların hepsi kurumsallaşmanın, kurum kültürünün demokratik kültürün zayıflığının semptomları olarak görmek lazım.
Daha net ifade edersek, Başbakan Binali Yıldırım’ın yürütmeden aldığı gücünü her demecinde fiilen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a devretmesi gibi. Bu kurumsallaşmanın zayıflığının mı bir göstergesi?
Elbette. Kurumsallaşmanın zayıflığını gösterir bu. Monarşiler için düşünelim bunu, bir cumhurbaşkanının seçilmiş olması her istediğini yapacağı anlamına gelmez. Zayıf kurumsallaşmanın kökenine bakarsak hukukun üstünlüğü endeksi, yürütmenin sınırlandırılması önemlidir örneğin.
Üçüncü bir nokta daha var yürütmenin sınırlandırılmasında. Başbakan, bakanlar kurulu arasından seçilir ama aralarında bir ast üst ilişkisi yoktur.
Eşitler arasında birincidir…
Aynen öyle. Aynı düzlem içinde bir yönetim yapısı oluşturuluyor. Bir bakan bile imzalamadığı zaman o karar yürürlüğe girmez.
Başbakanın başında olduğu bakanlar kurulu bir taraftadır, asıl yürütme buradadır ve sembolik olarak da cumhurbaşkanı yer alır. Bu da başbakanın kendisini yürütmenin tamamen üstünde hissetmemesi içindir. Cumhurbaşkanının törensel dediğimiz rolleri önem kazanır. İki başlılık diye bir sorun yoktur yani.
O zaman sistemin işletilmesinde mi sorun var?
Hayır sistem İngiltere’de işletiliyor, ama nerede işlemiyor? Bu yapının böyle işlemesi gerektiğini, siyasal kültür yeterince içselleştirmiyorsa, aktörler esas itibariyle kendi rollerine sadık kalmıyorlarsa ve siyasi sistemi kişiselleştiriyorsa orada sorun var demektir.
Mesela insanlar istikrar diyorlar. Siyasal istikrarı neyle ölçmemiz lazım? Koalisyonlar kurabilirsiniz, kısa, uzun süreli hükümetler kurabilirsiniz, bu hükümet istikrarıdır. Ama hükümet istikrarı ve siyasal istikrar aynı şey değildir, daha bu bile ayrılmıyor.
Nedir farkları?
Kırılganlık düzeyi artmışsa, gelir adaletsizliği varsa, suç oranları artmışsa, böyle bir ülkede hükümetin değişmez başkanla göreve devam ettiğini varsayalım.
Siyasi istikrar olarak baktığımızda toplum çatışıyorsa, kutuplaşma varsa, sosyal barış tehdit altındaysa, sosyal güvenlikten insanlar yoksunsa, toplumun alt ve üst tabakaları arasında büyük farklılıklar varsa biz burada siyasal istikrardan söz edebilir miyiz?
‘Başkanlık sistemleri dünya ortalamasının altında’
Kitapta yer verdiğiniz endekslere yönelelim biraz. Baktığımızda peki nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz?
Bu endekslerle şu soruya cevap aranıyor: Dünyadaki ülkeleri belli ölçütlere göre sıralayacak olursak nasıl sıralarız. Nasıl puan alırlar, karneleri ne?
Ülkelerin karnesini çıkarıyoruz. Siyasal Haklar ve Özgürlükler Endeksi Freedom House’un. Demokrasi Endeksi Viyana Üniversitesi’nden. İyi Ülke Endeksi İngiltere’de, Yolsuzluk Endeksi Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nce hazırlanıyor. Buradaki 20 endeksin büyükçe kısmı da BM’nin endeksleri.
Bu şu anlama geliyor, çok sağlam verilerle ölçüm yapabiliriz.
Genel itibariyle görünen tablo şu: Başkanlık ve yarı başkanlık sistemleri tüm endekslerde dünya ortalamasının altında, parlamenter sistem ülkeleriyse dünya ortalamalarının üstünde.
Örnek verebilir misiniz?
Mesela siyasi hak ve özgürlükler endeksinde 200 ülke sıralanıyor, parlamenter ülkelerin ortalaması 76. Dünya ortalamasıysa 60. Yarı başkanlık sisteminin ortalaması 54’ken, başkanlığın 52. Türkiye’nin sıralaması da 53.
Demokrasi sıralamasında 66 puan parlamenter sistemlerin puanı, 57 başkanlık sistemlerininki, dünya ortalaması 60, Türkiye’ninki 53.
7 haziran seçimlerinin ardından AKP’de başkanlık sisteminin ‘yılmaz savunucusu’ hukukçu Burhan Kuzu şu sözleriyle çok tartışılmıştı: ‘Ya başkanlık ya kaos demiştik, millet kaosu seçti’. Ama kitabınızdaki Küresel Barış Endeksi’ne bakıldığında başkanlık sistemlerinin ve yarı başkanlık sistemlerinin ortalamanın altında olduğunu görüyoruz. Yani sanılanın aksine bu ülkeler mi kaosa yakın?
Bu endekste 1’den 5’e ülkeler sıralanıyor. 5 puana yakın ülkeler daha kaotik durumda. Parlamenter sistemlerin puanı 1.78, yarı başkanlık 2.14, başkanlık ülkeleri 2.182 puana sahip. Dünya sıralamasıysa 2 civarında. Türkiye’ye baktığınızda puanı 2.73. Yani Türkiye’nin durumu da parlak değil.
Türkiyenin durumu tüm endekslerde 58’inci sırayla 149 arasında değişiyor. Son açıklanan basın özgürlüğü endeksinde 152’ye geriledik. Türkiye 20 endeksin tümü değerlendirildiğinde en iyi 58’inci sırayla başlıyor.
Bazı konulara nokta atışı yapmakta yarar olabilir…
Mesela Yürütmenin Sınırlandırılması Endeksi’nde 102 ülke arasında Türkiye 95’inci sırada.
Ne kastediliyor yürütmenin sınırlandırılmasıyla?
Bahsedilen şey gücün parçalanması. Monarşiden nasıl ki parlamento ayrılıyorsa, yürütme iç ve dış nasıl denetime tabi tutulur bunlar ölçülüyor bu endeksle. Hangi faktörler olduğuna bakacak olursak, yürütmenin bileşenleri ne kadar hukuka bağlı, kararlar hukuka ne kadar uygun alınıyor, özgür medya var mı, yürütmenin denetleme mekanizmaları nasıl, bürokrasi hesap veriyor mu, vatandaşı işlerin içine nasıl katıyorlar, şeffaflık var mı. Bu soruların cevaplarını arayan bir endeks bu. Yasama, yargı, bağımsız denetim organları nasıl çalışıyor, hükümet dışı etkili bir medya ve sivil topljum mevcut mu ve ne kadar etkili bunlar değerlendiriliyor.
Yürütmenin sınırlandırılmasında ‘dördüncü kuvvet’ diye tabir edilen medya önemlidir. Yasama, yürütme, yargı güçleri birbirinden ayrıldığında, belli şekilde birbirlerini frenlediklerinde aslında tüm toplumun menfaatine yapılan işler daha fazlalaşır. Kayıp kaçaklar daha az olur, dolayısıyla kişisel menfaatlerin kullanılması önlendiğinde toplumun refahı artar. Bu kuvvetler de yetmediğinde onları denetleyecek ve eleştirecek kuvvet medya olarak ifade ediliyor. Bu yüzden bağımsız bir medyanın varlığı hukukun üstünlüğü ve yürütmenin sınırlandırılması endekslerinde karşımıza çıkıyor.
Bu da yetmiyorsa sivil toplum kuruluşları devreye giriyor. Ama Türkiye’de ve dünyada şöyle bir sorun var: İktidarlar bu bağımsız alanları kendi içlerine alarak yutma eğilimi, kendilerine bağımlı kılma eğilimi gösteriyorlar.
Sivil toplum kuruluşlarının özellikle iktidar sofralarından uzak durması gerekiyor. Hayır işi dahi yapıyorlarsa, kamu kaynaklarını kullanmak yerine kendi kaynaklarıyla yardım yapmalılar. AB fonları da dahildir buna bana göre. Çünkü kamu kaynaklarını kullanmaya başladıklarında israf etmeye başlarlar ve konuşma haklarını kaybetmeye başlarlar.
‘ABD de iyi bir örnek değil’
Başkanlık sisteminde iyi örnek olarak sunulan ABD’nin durumu nedir peki?
Amerika için istatistiklerdeki verilere baktığımızda durumun çok parlak olmadığını görüyoruz. Siyasi haklar ve özgürlükler açısından ABD dünyanın 44’üncü sırasında. Demokrasi sıralamasında başkanlık ülkeleri arasında lider ama dünyada 16’ıncı sırada. Basın özgürlüğünde örneğin 49’uncu sırada. Yetişkin ölüm oranları arasında 54’üncü sırada. Tutuklu mahkum oranlarına baktığımızda 196 ülkeden 193üncü sırada.
ABD özgürlükler ülkesi olarak sunulur ancak mahkum oranı yoğun bir ülke, mahkum oranları perişan bir tablo sergiliyor. Amerika’nın da ciddi problemleri var…
Başkanlığı biz hala ‘Türk tipi’ olarak, belirsiz bir tanımlamayla bekliyoruz. Bir dönem de Güney Amerika ülkeleri örnek gösterilmişti. Ama coğrafya veya tekil örneklerden bağımsız genel tabloyu seriyorsunuz siz okuyucunun önüne…
Benim araştırmada gördüğüm sonuç şuydu… Başlangıçta bilmiyordum ama ilerledikçe daha net ortaya çıkmaya başladı. 199 ülkenin 86-87’si parlamenter sisteme sahip. 59’u başkanlıkla, 41’i yarı başkanlıkla yönetiliyor. Ağırlıklı olarak dünyanın yarısı parlamenter sistemle yönetiliyor. Herkesin bir algısı var ülkelere dair, yerini bile bilmez ama bir kanaati vardır.
Tüm ülkelerin listesini alıp baktığınızda tabloyu çok net görüyorsunuz. Üç grup olarak ayırmıştım incelerken. Bu da ülkelerin liglerini gösteriyor. Konuşmak isterse insanlar birbirine şu soruyu sorsunlar. Bana Türkiye’ye örnek olacak parlamenter sistemle yönetilen 15 parlamenter ülke söyleyebilir misiniz? Aynı soruyu başkanlık için de sorsun. Türkiyeye örnek olacak 15 başkanlık sistemiyle yönetilen ülke söyleyebilir misiniz?
Bu kitaba bakınca başkanlıkla ilgili kendimize örnek verebileceğimiz 15 ülke bulabilir miyiz?
Ben bu soruya okuyucunun varmasını istiyorum aslında ama listeler bir şeyi gösteriyor. Amerika dedikten sonra insanların başkanlıkla yönetilen ülkeleri saymakta zorlanabileceğini görüyoruz. Başkanlıkla yönetilen ülkelerden bazılarını sayayım: Afganistan, Arjantin, Benin, Burundi, Ekvator, Guatemala, Honduras, Kıbrıs, Kongo, Malavi, Gambiya, Mikronezya, Ruanda, Tacikistan, Zimbabve, Güney Kore, Sudan, ABD, Azerbaycan, Fildişi Sahilleri, Gana, Mozambik, Angola vs diye gidiyor.
Şu hastalıktan kurtulmak gerekiyor: ‘Benim oy verdiğim partinin başkanları bunu savunuyor, ben bunu savunucam’. Bu listelere bakıldığı zaman tüm ülkelerin artı eksileri ortaya çıkıyor.
Parti başkanlığını da elinde tutan kişiler şeflik sistemine sahiptir
Partili cumhurbaşkanlığını da konuşmaya başladık son dönemde, başkanlığa geçişte yarı başkanlık olarak sunuluyor bu.
Tartışmalar mecrasından sapmış durumda. ABD’yi düşünelim. ABD Başkanı parti başkanı mıdır orada? Obama Demokrat Parti’nin adayıdır, ama Demokrat Parti’nin başkanı değildir. Demokrat Parti’nin başkanını kimse bilmez, umursamaz bile.
Parti başkanlığını da elinde tutan kişiler şeflik sistemine sahiptir. Yarı başkanlık meselesini aşar bu mesele. Şeflik sistemi dediğimiz yapılardır bunlar, tek parti dönemimiz mesela şeflik yönetimidir. En tepede bir kişi vardır, onun ardından parti gelir, onun altında hükümet, sonra meclis, sonra yargı ve halk yer alır. Bunun parlamenter sistemle, başkanlıkla alakası yoktur. Faşizan sistemlerdir, uzun ömürlü olmamıştır. İnönü’nün başta olduğu Milli şeflik olarak konuştuğumuz dönem 1938’de başlamıştır. 1945 yılında yolun sonuna gelinmiş, 1946’da da çok partili döneme geçilmiştir. Türkiye örneği açısından konuşursak cumhurbaşkanı partilidir, yasama, yargı zayıftır, yürütme güçlüdür ve partinin altındadır. Toplumda çatışmaları yoğun oranda artırır bu sistem.
Cumhurbaşkanları seçilirken örneğin farklı partilerin koalisyonu tarafından da önerilebilir. Biz burayı ıskaladık. Bir parti önerdi ve seçildi. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra dönüp ‘Ben bu partinin başkanıyım’ diyemez, derse toplumdaki çatışmaları artırır.
Fransa örneği veriliyor sık sık partili cumhurbaşkanlığına. Türkiye’de böyle bir sistem mümkün değil mi?
Yarı başkanlıktır Fransa. Cumhurbaşkanı adayı partiler tarafından önerilir, halk tarafından seçilir, yürütmenin başı olarak görev alır. Parti başkanlığı ile yürütmenin başı olmak farklıdır. Yürütmenin başı olarak hareket eder ama partiyle ilişkisi sembolik olur. Bütünüyle parti üzerinden giderse, iki gün içinde Fransa’yı dağıtır. Bütün toplumun cumhurbaşkanı olarak hareket etmek zorundadır. ABD için de öyledir. Obama için ‘Demokrat Partililerin başkanıdır’ denmez öyle bilinmez. Bunun kötü örnekleri Afrika’da var. Bunların da örnek olmaktan çok uzakta olduğunu görüyoruz. Eğer bu konuşuluyorsa Afrika’ya da yazıktır, Türkiye’ye de yazıktır.
Bir ülke mesela Afrika’da, seçime gidiyor, ‘Kimin partisi kazanırsa devlet başkanı da oradan çıksın’ deniliyor. Bu huzur getirir mi? Lehte ve aleyhte düşünen insanların argüman geliştirmesi gerekir. Benim savunduğum şey olgular tarafından doğrulanmıyorsa bana düşen şey bunu kabul etmektir. Buna rağmen ısrar ediyorsam bu ahlaken de doğru değildir, vicdanen de…
Kitapta yönetim sisteminin değişmesi halinde zaten neredeyse tüm istatistiklerde ortalama altında olan Türkiye’nin zaten oldukça kötü durumda olan başkanlık sistemi ülkelerinin de altına ineceğini belirtiliyorsunuz. Bu çıkarımı yapabilir miyiz gerçekten?
Benim çalışmada gördüğüm şey başkanlık sistemi Türkiye için önerilebilir bir seçenek gibi gözükmüyor. Bunu kişisel kanaatim olarak söylemiyorum ama bu verilerin herkese açık olduğu bilgisini paylaşayım.
Bir ülkenin kendisini gözden geçirmesi için daha düşük klasmandaki bir modeli mi benimsemesi gerekir yoksa kendi içinde bulunduğu grubun gereklerini yerine getirerek ortalamasının üstünü mü hedeflemesi gerekir?
Türkiye’nin bu tartışmalar yerine ne yapması gerekir?
Bu tartışma yerine vatandaşların kanun teklifi vermesini konuşabilirdi. Türkiye’de vatandaşlar kanun teklifi yapabilse Meclis daha farklı çalışıyor olacaktı. Anayasa’yla olabilecek bir şey bu. Çünkü anayasaya göre kanun teklif etme hakkı hükümette ve milletvekillerinde. Peki Avrupa Birliği’nde nasıl? Farklı ülkelerden 1 milyon seçmen benzer biçimde tercihte bulunduğunda bu teklif Avrupa Parlamentosu’nda görüşülür. Hayal edebiliyor musunuz bunu. Avrupa Parlamentosu da alıyor bu teklifin sekreteryasını yapıyor, uyumlaştırıyor ve kanun haline getiriyor.
Finlandiya’nın 5.5 milyon nüfusu var, 50 bin vatandaş birleşerek kanun teklifi verebiliyor. Bunu bir an için örneğin atanamayan öğretmenler için hayal edelim. Toplumsal sorunları düşünelim mesela. Neden sadece hükümet ve milletvekilleri karar alıyor, neden toplum konuşamıyor? Toplum bunu konuşmaya başladığında daha da güçlenmez mi?
Dünyada yine uygulanan recall (azletme) diye bir yöntem var. Yöneticilerin İşlerini yapmadıkları, yetersiz kaldıkları düşünülürse, deneme süresi verilir, bir yıl iki yıl gibi… Biz bunları konuşmadıkça bu tartışmalarda kalıyoruz.
‘Rasyonel bir sebep yok’
Sizce bu ısrarın sebebi ne?
Ben burada rasyonel bir sebep görmüyorum. Kitaptaki endekslere, ülkelerin gittikleri yere baktığım zaman başkanlık sisteminden topluma yarar sağlayacak sonuçlar çıkarılamıyor. O zaman geriye başka neden kalıyor, kişisel beklentiler. Burada sadece yöneticileri, en tepede bulunanları bahsetmiyorum, toplumun tümü için söyleyebiliriz bunu. Danışmanlar danışmanlık işlevlerini yerine getirmiyorlar demek oluyor aynı zamanda. Yöneticiler ne istiyorsa onu söylüyorlar demektir. Bu mekanizmaların tıkandığı gözüküyor.
Bizde tartışma kültürü de yok. Kazanmayı hedefliyoruz, dolayısıyla her türlü argümanı kazanma üzerine kuruyoruz. Halbuki hangisi bu toplum için yararlıdır diye bir soru sorsak bunu toplum önünde şeffaf bir şekilde tartışırız. Akademik çalışmalarda bile bu böyle. Yazdığımız kitaplara baktığımızda dahi akademisyen olarak ben mutlu olmuyorum. Kitapların başlıkları bile nasıl olur da gündem oluştururuz minvalinde atılıyor. Bunları sorgulamak lazım.
Son sözünüz?
Şu soruyu tüm okurların sorması gerektiğini düşünüyorum. Tüm ülkelerin sıralamalarına baksınlar. Bu yapılabilirse hepimiz kanaatlerimizin gerçek olup olmadığını test etmiş oluruz. İnsanlar bu yapılırsa ülkelerin hangi yönetim sistemiyle dünyanın neresinde olduğunu görebilirler, o zaman Türkiye için de karar vermek kolay olur.