MURAT SEVİNÇ
Bugün 12 Eylül. Büyük sermaye destekli 12 Eylül 1980 darbesinin ve 12 Eylül 2010 anayasa değişikliklerinin yıldönümü. 1980 darbesinde, 1961 anayasası çöpe atıldı; anayasa sıradan konsey (MGK) kararlarıyla değiştirilerek aşağılandı. O üç yıl içinde (Aralık 1983’e dek) siyasal alanı düzenleyen çok sayıda yasa kabul edildi ve bugün neredeyse tümü yürürlükte. Dolayısıyla 12 Eylül, hukuk sistemi ve zihniyetiyle sürüyor.
12 Eylül 2010 anayasa değişikliği ise bana kalırsa Türkiye’deki ‘anayasasızlaştırma’ sürecini açısından dönüm noktasıydı. Kavram bana ait değil. İbrahim Kaboğlu, Dinçer Demirkent ve Kemal Gözler, daha önce kullandı. 2010 oylaması, yürürlükteki anayasayı itibarsızlaştırma, aşağılama, küçük görme kampanyasına dönüştü. Anayasa hükümlerini eleştirmek, değiştirilmesi gerektiğini savunmak ile onu itibarsızlaştırmak ve bir an önce kurtulunması gereken baş belası olarak algılamak arasında devasa fark var. Sonuç: Eh değil mi ki berbat bir metin, uygulamayıverirsin o zaman! Üstelik ne o velveleyi hak edecek kadar berbat bir metindi ne de yaşanan sorunların ilacı, yapılan değişikliklerdi.
O dönemin hummalı ‘Evet’ kampanyası, başka gerekçeler yanında aslında Türkiye’deki çarpık hukuk ve anayasa yorumunun da sonucuydu. Ne yazık ki söz konusu yorum hâlâ geçerli ve yaygın kabul görüyor. Çarpık/yanlış bulduğum bu ‘yorum’u, 2010’da yaşananları, hâlâ gururla ‘Evet’ oylarını savunanları ve ‘Evet’ oyu verenlere küfretmekten haz duyanların hukuktan ne anladıklarını bir başka yazıda ele almaya çalışacağım. Yazılması gerektiğini düşünüyorum, çünkü bir tür ‘hukuk yorumu’ bağlamında yazılacak bir iki satır, belki ‘Aptalsınız’ ile ‘Siz daha aptalsınız’ arasında bir yer bulur kendine. Umut fakirin ekmeği!
Aşağıda okuyacağınız satırlar, 12 Eylül 2010 oylamasından bir hafta sonra yayınlanmıştı Radikal İki’de. ‘Hayır’cı ya da boykotçulara olmadık ithamlarda bulunan bir kesim zevzeğin, ‘Hadi yine iyisiniz, siz de yararlanacaksınız bu haklardan’ küstahlığına karşı. Biraz da sinirle! ‘Demek ki neymiş’ başlıklı yazıda ufak tefek değişiklikler yaptım, bazı cümleleri daha anlaşılır hale getirdim. Gerisi, aynı…
“12 Eylül 2010’da Anayasa’nın yaklaşık beşte birinde değişiklik yapıldı. Çeşitli gerekçelerle hayır diyen ya da boykot edenler olmadık ithamlarla karşılaştı. Değişiklikleri/değişiklik yöntemini eleştirenlerin ne akılsızlığı/vicdansızlığı ne de darbeciliği kaldı. Liberal olduğu varsayılan kimi yazarlar, metni AKP ’lilerden de hararetle savunup değişikliğe yönelik eleştirilere ‘darbecilik,’ ‘anlamazlık’ ithamlarıyla tepki gösterdi. Türkiye’de liberal sıfatıyla anılanların çoğu ya milliyetçi sağdan ya da soldan devşirildiği için, verdikleri tepkiler de çoğu ulusalcılar gibi ‘Sizi kandırıyorlar, anlamıyorsunuz’ düzeyinde kalıyor. Nitekim halk oylaması sonrasında, (örneğin Oral Çalışlar gibi) ‘Hayırcı ve boykotçuların da değişiklikle gelen haklardan yararlanacakları ve aslında onlara kızmadıkları (!)’ mealinde yazılar kaleme alıp hepimizi rahatlatmayı, moral vermeyi ihmal etmediler! Bu denli yüce gönüllüler, kıymetlerini bilen yok! Tabii sekiz yıldır Erdoğan ve partisinin her eyleminde hikmet arayanlar, Kemal Kılıçdaroğlu’nun son derece meşru bazı soru ve değerlendirmelerinin üzerinde dahi durmadı. Sonuçta, sekiz yıl tek başına iktidar olup anayasayı elini kolunu sallayarak değiştirebiliyorken dahi mazlum görünmeyi başaran biricik siyasal parti olan AKP’nin istediği oldu.
Radikal İki’ye bugüne dek muhtelif anayasa yazıları yazdım. Ortak özellikleri, otoriter zihniyetin ve hukuk kurallarının tümüyle siyasi bir hedefe varmak için kullanılmasının eleştirisiydi. 2010 değişikliklerine karşı çıkışın temelinde de, ‘sade suya tirit’ içeriği bir yana, özellikle yapım ve oylama aşamasında benimsenen yöntem vardı. Oral Çalışlar, 13 Eylül’de ‘Evet dememek için bin dereden su getirenlerin şimdi nasıl bir değerlendirme yapacaklarını’ merak ettiğini sormuş. Muhteremin merakını gideren bir ‘özeleştiri’ yapmak, iki üç gündür yazılanların ardından şart oldu:
Değişiklik süreci bana, bir anayasacı olarak bugüne dek öğrenemediğim çok şey olduğunu gösterdi:
Demek ki, Venedik Kriterleri yalnızca parti kapatma davalarında ciddiye alınması gereken ve pek de önemi olmayan öneriler bütünüymüş; bilmiyordum. AKP davası sırasında sabah akşam bu ölçütlerden söz edenler, 2010 değişikliği aşamasında o kriterlerin önemini bir anda unutuverdi. Oysa CHP iktidarda olsa ve kelle hesabıyla anayasa değiştirmeye kalksa, Venedik Kriterlerine atıfla ‘yöntem’in ne kadar önemli olduğu anlatılacaktı. Peki bu rezillik ileride hatırlanacak mı? Ne saçma soru!
Demek ki özellikle ‘kurucu metinler’in hazırlanmasında ‘asgari bir uzlaşma’ aramak gereksizmiş. Her daim ‘mazlum AKP’nin oylarıyla, anayasa değiştirmek mümkünmüş. Canım zaten bu CHP de her şeye karşı çıkıyormuş!
Demek ki AKP’nin kadın-erkek eşitliği konusunda yıllardır tek adım atmamasının nedeni, Anayasa’nın 10. maddesine eklenen cümlenin eksikliğiymiş. Peki, AKP’nin zinayı suç kapsamına sokmaya çalışan ve AB’den yediği fırçayla vazgeçtiği değişiklik çabasını hatırlayan kaldı mı? İşte bir saçma soru daha!
Demek ki 2010 Türkiye’sinin temel gereksinimi, ‘ombudsman,’ işlevsiz bir ‘ekonomik sosyal konsey’ ve ‘grevsiz toplu sözleşme’ hakkıymış.
Demek ki ‘HSYK ve YAŞ kararlarına karşı neden yalnızca ‘kısmen’ yargı yolu açılıyor, neden Cumhurbaşkanı’nın tek başına yaptığı işlemlere karşı yarı yolu açılmıyor; 2010 yılında her şeyi baştan mı keşfediyoruz, yetinmeyin!’ demek, darbecilikmiş, bağnazlıkmış!
Demek ki Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ye ilişkin değişikliklerin, 1961 Anayasası’nın ilk şeklinden ‘daha geride’ olması hiç sorun değilmiş. Tabii bu arada, 27 Mayıs darbesi sonrası hazırlanan 1961’in bile daha katılımcı (kuşkusuz, darbe koşulları katılımcılığından söz ediyorum!) bir yöntemle yapılmaya çalışılmasında da hiç sorun yokmuş.
Demek ki ‘Askeri vesayetten kurtulduk’ çığlıklarının atılması için Geçici 15. madde ve askeri yargıya ilişkin düzenlemeler yeterliymiş. Demek ki askeri vesayet yalnızca askerlerle, 12 Eylül yalnızca generallerle ilgiliymiş. Vay be! Beş general, o Allah’ın cezası, tüm kötülüklerin anası bürokrasinin ve yargının bir iki mensubu bir araya gelip (herhalde sürpriz olsun diye sermayeden ve ABD ’den gizleyip) darbe yapıvermişler! Örneğin o dönemde Tercüman Gazetesi’nin meşhur ‘seminerleri’ vs. yapılmamış, büyük sermaye darbeye destek vermemiş, ABD’nin haberi bile yokmuş! Desenize, bu mantıkla bir iki sermayedarı içeri atarsak kapitalizmi yıkabilir, sendika patronlarını dürterek işçi sınıfını harekete geçirebiliriz!
Demek ki ‘halkçı’ olmakla, ‘halkoylaması sevdalısı’ olmak aynı şeymiş. Yani ‘Artık sık sık halkın oyuna başvuracağız’ diyen Başbakan, halkçının önde gideniymiş. 2001 yılında çok daha demokratik ve kapsamlı anayasa değişikliklerini tevazuyla gerçekleştiren ‘üçlü koalisyon,’ bu yönteme başvurmamakla hata etmiş! Oysa örneğin, Öcalan yakalandıktan iki yıl sonra ‘idam cezasının kaldırılmasına yönelik değişikliği’ halka sorsalardı ya, ne ayıp etmişler. İsviçre, ‘minare’nin yasaklanmasını ‘halkına’ sorarak nasıl da doğrusunu yaptı değil mi! Hiçbir yerde, hiçbir ‘halk’ kendi anayasal/yasal kurallarının ‘ayrıntısını’ bilmez ve ilgilenmez, bu da doğaldır; hatta aksi saçma olurdu. AKP’yi ve değişiklikleri nasıl öveceklerini şaşıranlar eğer halklarını bu kadar seviyorlarsa, bir zahmet dehşet verici yoksullukla, çoktan unuttuğumuz Zonguldak’taki Tuzla’daki ölümlerle, kendi ücretleri ile diğer basın emekçilerinin kazançları arasındaki uçurumla ilgilensinler. Benim ki de laf işte, hukuk ile yoksulluğun ne ilgisi var Allah aşkına!
Demek ki anayasa dediğimiz, yalnızca ‘metinden’ ibaretmiş. Hukukun sınıf kavgasıyla, toplumsal kültürle, tarihsel birikimle vs. ilgisi yokmuş. O metinler, bilmediğimiz bir gezegenden gelirmiş. Bu durumda demek ki anayasaya ‘Erkek kadına şiddet kullanmasın, olacak iş değil’ yazarsak, kadına yönelik şiddet sona erermiş. Bu örnek de çok saçma oldu ama kusura bakmasınlar; salt üye seçim yöntemindeki değişiklikle yargı bağımsızlığı sorununu hallettiklerini söyleyenler onlar, ben değilim. Oysa Türkiye’de ana sorun, örneğin DTP kapatıldığında neredeyse tüm hukukçuların ve toplumun, kapatma kararını iştahla onaylaması değil mi? Bu toplumsal/siyasal eğilimle, milletvekili seçilen Ahmet Türk’ün Ankara’da kiralık ev bulamaması arasında bir bağ yok mu? İyice saçmaladığımın farkındayım!
Şimdi başkanlık tartışması başlayacak. Eleştirenler haklı olarak, ‘Yaşanan sorunlarla parlamenter sistem ilkelerinin ne ilgisi var?’ diye soracak. Bunun üzerine AKP, ‘Ben de millete sorarım o zaman’ diyecek. Üstelik başkanlık sistemine karşı olanları ‘bağnazlıkla’ suçlayıp başkanlık sisteminin faziletlerini anlatan herifleri bulmakta da hiç zorlanmayacak. Birileri mutlaka ‘Eşinin başı kapalı, o nedenle başkan olsun istemiyorsunuz, halktan korkmayın yahu!’ filan diyecek. Dön dolaş aynı mide bulandırıcı hikâyeler işte. Şimdi de niyet okuyorum, olacak iş değil!
AKP, ‘Günü gelince bakarız’ uyanıklığıyla, 2007 değişiklikleri sırasında gerekli olan ‘ek madde’yi ihmal ederek (kuşkusuz bilinçli bir ihmaldi!), halihazırdaki cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresini dahi belirsiz bıraktı. Demek ki ciddiyetin de fazlası zararmış ve anayasacılık birazcık iğfal edildiğinde pek zararı yokmuş!
Kusura bakılmasın, değişiklik kabul edildiği için sevinçten ayılıp bayılanlara Allah selamet versin ama hiç kimse AKP’nin siyasi hedeflerine hizmet eden bu pespayelikleri kabullenmek zorunda değil.”
Yazı yayınlandıktan yedi yıl sonra, aynı kanıdayım. 12 Eylül 2010 değişikliği, süslü püslü görüntüsünün altında yeni bir yargı düzeni yaratmak için gerçekleştirildi. AYM’nin saçma kararının da katkısıyla (bunu sonraki yazıda anlatacağım) HSYK, bugün FETÖ olarak adlandırılan Cemaat’e teslim edildi. Teslim edenler son derece mutluydu ve şu anki kibirleriyle hareket ediyordu. Aptalca kibrin palazlanmasına, bir kesim okumuşumuz çok büyük katkı sundu. Zaten sorunlu olan Türkiye yargısı, uzun süre belini doğrultamayacak ölçüde yara aldı. Anayasa değersizleştirildi. Bugün Türkiye, mütemadiyen aşağılanan o Anayasa’nın ilke ve hükümlerinin ‘asgari’ ölçüde uygulanmasına muhtaç halde.
Her şey gözümüzün önünde oldu…
Yazı önerisi: Son kitap yazısı http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/09/07/adalet-duygunuzu-tatmin-etmek-icin-kac-sehir-yakarsiniz/